Türkiye’nin doğasını şimdi kim koruyacak?

İŞİN tuhaflığı, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın web sayfasını incelediğinizde karşınıza çıkıyor.

Çevre Bakanlığı’nın kuruluşuna ilişkin 4856 sayılı yasayı incelediğinizde, bakanlığın temel görevleri “Çevrenin korunması ve iyileştirilmesi, ülkenin doğal bitki ve hayvan varlığı ile doğal zenginliklerinin korunması ve geliştirilmesi” şeklinde sıralanıyor.
HEM BARAJ YAP HEM ÇEVREYİ KORU
Bakanlığın teşkilat şeması incelendiğinde ise çevre ve ormana ilişkin bir dizi bürokratik birimin yanı sıra “bağlı kuruluş” olarak Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü de dikkat çekiyor.
Ana görevi ülkenin su kaynaklarını geliştirmek ve hidroelektrik enerji üretmek olan bir kuruluşun Enerji Bakanlığı’nın bünyesi altında olması gerekirken Çevre Bakanlığı’na bağlı olmasının mantığı nedir?
DSİ ile Çevre Bakanlığı’nın görev alanları arasında açık bir çatışma söz konusudur. DSİ, icracı bir kuruluştur. Hedefi, akarsular üzerinde baraj kurup enerji elde etmektir. Çevre Bakanlığı ise akarsuların uygun bir şekilde kullanıldığını gözetmek, çevreye zarar verilmemesini sağlamak, yapılacak projelerin doğada yol açabileceği tahribatı önlemekle görevlidir. Bir anayasa kavramıyla ifade etmek gerekirse, bakanlık DSİ’yi “kontrol ve dengelemekle” yükümlüdür.
Bu bağlamda “icracı-yatırımcı” birim karşısındaki “denetleyici” birimin mümkün olduğu kadar bağımsızlığa sahip özerk bir birim olması esastır.
Türkiye’de ise her ikisinden aynı kişi sorumludur. Bunun nedeni, DSİ’den de sorumlu olan Çevre Bakanı Prof. Veysel Eroğlu’nun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın en gözde teknokratlarından biri olmasıdır. 2002-2007 yılları arasında Enerji Bakanlığı bünyesindeki DSİ Genel Müdürlüğü’nü üstlenen Eroğlu, 2007 yılında milletvekili seçilmiş ve Çevre Bakanı olmuştur. Erdoğan, Eroğlu’nu Çevre Bakanlığı’na atarken kuruluşundan beri Enerji Bakanlığı bünyesinde olan DSİ’yi de kendisine bağlamıştır.
ÖZERK KURULDAN BÜROKRATİK KURULA
Aslında hükümet tarafından TBMM’ye sunulan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı” üzerinde kopan tartışmayı ve ortaya çıkan tepkileri biraz da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Aslında tasarının çevre başlığında AB standartlarını yakalamak bakımından pek çok olumlu yönü var. Ancak iki noktası sıkıntı yaratıyor. Bunlardan birincisi, doğal sit alanı ilan edilen sulak alanlar, milli parklar, tabiat koruma alanları, yaban hayatını koruma alanlarını belirleme yetkisi Çevre Bakanlığı bünyesinde kurulacak “Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu”na devrediliyor olması.
Bu yetki daha önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları’na aitti. Bu kurullar yeni düzenlemede yetkilerinin önemli bir bölümünü kaybedecek, daha çok arkeolojik alanlar ve dünya miras alanlarından sorumlu kalacak.
İşin püf noktası şurada: Belirgin bir akademisyen ağırlılığına sahip olan Kültür ve Tabiat Varlıkları Korumu Kuralları, DSİ’nin baraj inşa etmek istediği Rize İkizdere vadisini sit alanı ilan etme kararında görüldüğü gibi, bağımsız karar verme geleneğini önemli ölçüde sürdürüyor. Buradaki temel sakınca, yetkinin daha özerk bir yapıdan daha bürokratik bir yapıya geçecek olmasıdır. Çevre Bakanlığı bünyesinde kurulacak olan yeni kurulda yine sivil toplum ve temsilcileri ve akademisyenler bulunacak olsa da, karar alma mekanizmasında siyasi otoriteye tabi bürokratlar ağırlık taşıyacaktır.
BÜTÜN ESKİ SİT KARARLARI DEĞİŞİKLİĞE AÇILIYOR
Bir bu kadar düşündürücü olan, yasanın geçici maddesiyle yeni kurula geçmişte ilan edilmiş olan doğal alanlarla ilgili sit kararlarını gözden geçirme yetkisinin tanınacak olmasıdır.
Böyle bir yetki, geçmişte verilmiş olan sit kararlarını değişikliğe açık hale getirecektir. Bir başka anlatımla, sit alanı ilan edilip mutlak koruma altına alınmış olan bütün koy ve körfezlerin, vadilerin bu koruma rejiminin dışına çıkartılabilmesinin altyapısı hazırlanmaktadır.
Özetlemek gerekirse, Türkiye’nin doğası eskiye kıyasla yürütmenin tek taraflı tasarruflarına daha açık hale gelecektir.
Buradaki bütün mesele, yürütmenin doğa üzerindeki tasarruflarının ne şekilde denetlenebileceği sorusudur. Sivil toplum kuruluşlarına bu açıdan her zamankinden daha büyük bir görev düşmektedir.
Yazarın Tüm Yazıları