Deniz üstünde beyaza boyanmış eski bir köşkün yediveren gülleri sarmış bahçesinde

Bu aslında gecikmiş bir yazı.

Üç hafta önce yazılması gereken.

Sıcaktan Boğaz'ın tüttüğü, ıhlamur kokularının insanın genzini yaktığı bir gece Mia Mensa'da Taner Demir ve Mehmet Coral ile yemek yedikten sonra, sıcağı sıcağına yazılması gereken bir yazı.

Yazamadım.

Bir, derken iki, sonra üç kitap okumam gerekti.

Yazı yazmak için kitap okumak gerekmez biliyorum. Üstelik de benim yazdığım tür yazılar için.

Ama bu kez gerekti.

Mehmet Coral'ın Taner'in arkadaşı olduğunu bile bilmiyordum.

Arkadaşıymış ve o gece birlikte yemeğe çıktık.

Oysa niyetim başkaydı.

Niyetim, kırk yıllık dostum Taner'le insanın sokağa çıkmak istemediği, sıcaktan bunaldığımız, nemden yapıştığımız, buram buram ıhlamur, iğde, Allah ne verdiyse kokan bir İstanbul akşamında, belki bir barda içmek, belki henüz gitmediğim bir lokantaya gitmekti.

Üstüne de yazı yazmak.

O TANER’Dİ

Önce birbirimizin hál ve gidişatını soracak, sonra ortak dostlarımızdan söz edecek, uzun bir aradan sonra şöyle baş başa bir akşam geçirmenin keyfini sürecektik. O bana her zamanki ‘‘N'aber?’’ bakışıyla üç saniye bakacak, ben her zamanki ‘‘İyidir işte’’ gülümsemesiyle omuz silkecektim. Anlayacaktı. Anlardı. O Taner'di.

Sonra biraz Ankara'nın puslu havasından, olup bitenlerden, başına çuval geçirilmenin benim anladığım dışında ne anlam ifade ettiğinden, uzağında kaldığım yıllar boyunca siyasetin her anlama gelen ve benim unuttuğum lehçelerinden, Enerji meselesindeki yolsuzluklardan, Mavi, Beyaz, Kırmızı, Sarı, Yeşil bildiğimiz bütün renklerdeki Akım’lardan konuşacaktık.

BİRAZ ABİ BİRAZ BABAYDI

On dakika sonra elbette sıkılacak, lafı döndürüp dolaştırmadan içimizdeki akımlara getirecektik. Dilimiz çözülecek, anlatacaktık. Daha çok ben.

O Taner'di: Konuşmazdı, dinlerdi.

O Taner'di: Biraz abi, biraz baba, biraz hamiydi.

O Taner'di: Susunca susan, sustukça kararan, karardığını kimsenin anlamadığını sanan.

O Taner'di: Ona hayatta sevdiklerini koruma görevi verildiğine inanan.

İnandığı için sevdiklerini kollayan.

O yüzden hepimizden fazla yorulan.

Ciğerinden vurulan.

Belki erken, herkes yemeğe otururken masadan kalkacak, evimizin yolunu tutacaktık. Belki de bütün müşterilerin gittiği, ışıkların sönüp yandığı, gitme zamanının işmarla anlatıldığı, garsonların iskemleleri masalara devirdiği yorgun lokantalardan devrile devrile çıkacak ama asla devrildiğimizin farkına varmayacaktık.

O Taner'di: Devrilmezdi.

Olmadı.

Niyetim elimde bavul, cebimde bilet, aklım beş karış, pusula Güney'i gösterirken, nereye gideceksem oraya gitmek; ama gitmeden önce, sevdiğim ve iyi tanıdığımı sandığım birkaç kişiyle birkaç yere gidip birkaç yazılık malzeme yedeklemekti.

Sonra da rahat etmek.

Taner'i aradım. İstanbul’daymış. Yeni gelmiş, hemen dönecekmiş. Nereye döneceğini kim bilir?

MIA MENSA'NIN TATLARI

Akşam Mia Mensa'da buluşmaya karar verdik. Mehmet Coral da gelecek.

Zaten Mia Mensa'nın, ilk açıldığı günden beri müdavimiyiz.

Taner ne zaman İstanbul'a gelse ne zaman fırsat bulsak Mia Mensa'ya gideriz.

Mia Mensa'nın sahibi Tayfun Taner'in iyi arkadaşı olduğu için değil, gerçekten yenilecekse İstanbul'da en makul fiyatlara en iyi İtalyan yemeği yenilen ender lokantalardan biri olduğu için.

Mia Mensa şimdi Kuruçeşme'de, ünlü Planet Spor Salonu ve Aşk Kahvesi’nin bitişiğinde.

Deniz üstünde beyaza boyanmış eski bir köşkün yediveren güller sarmış bahçesinde. Kış aylarında içeride, Boğaz'ın puslu grisine karşı, yaz aylarında gül ve iyot kokan bir bahçede oturup yemek yemek isteyenler için bulunmaz nimet.

İstanbul'un orta yerinde deniz kenarında bir ‘‘trattoria.’’

Penneyse penne, fettucineyse fettucine, tagliatelleyse tagliatelle. Çeşit çeşit, elde açılmış, acılı, yumurtalı, kıvamında.

İnce kesim dana carpaccio, bizim kavunlu prosciutto, tiramisu vesaire.

Nefis.

Son yıllarda tanıştığım en medeni ve en yabani insan üstüne kitaplarını okumadan bir satır bile yazılmazdı

Gittiğimde Taner, Mehmet Coral ile beni bekliyordu.

Adını Taner'den duyduğum, bir de bir zamanlar Radikal Gazetesi'nde yazdığı ‘‘Uçuş’’ yazılarından tanıdığım Mehmet Coral.

Yanında kitabını getirmiş: İZMİR 13 Eylül 1922.

Kapakta İzmir Yangını'nın ender bulunan bir fotoğrafı.

Arka sayfadaki alıntı ‘‘Tarihin akışı zorlanmaktan hoşlanmaz’’ diye başlıyor. ‘‘Kahramanlarını kendi seçer.’’

Sonra yazar üstüne birkaç satır. Amsterdam ve Lahey Üniversiteleri'nde okumuş, doktora yapmış. Kitapları tüm Balkan dillerine ve İngilizce'den Fransızca'ya, İtalyanca'dan Yunanca'ya çevrilmiş. Bizans'ta Kayıp Zaman, Konstantiniye'nin Yitik Günceleri, Sonsuz Meltem, Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım ve elimde tuttuğum İzmir 1922.

Kendimi iyi okur sanırdım, hiçbirini okumamışım.

Utandım.

Yemekte biraz ondan biraz bundan konuştuk.

En sevdiği yazarın Dostoyevski olduğunu, uzun süredir işini eşine devrettiğini, artık sadece uçtuğunu, gezdiğini, tarih içinde gezindiğini söylediğinde yerin dibine battım.

Kendisi söz etmedi ama diğerleri ima etti. Aynı zamanda hatırı sayılır bir şarap uzmanıymış.

Gece uzadı, gece bitti.

Eve döndük.

Ertesi gün en yakın kitapçıdan bulabildiğim bütün kitaplarını aldım, okumaya başladım.

Olmazdı, şu son yıllarda tanıştığım en medeni ve en yabani insan üstüne kitaplarını okumadan bir satır bile yazılmazdı.
Yazarın Tüm Yazıları