Ez Amade Me, Ez Lı Vırım, Beli...

Diyarbakır’da KCK davası sanıkları 552 gün sonra ilk kez hakim karşısına çıktılar. Yoklamada adı okunan, ya “Ez Amade Me” yani “Hazırım”, ya “Ez lı vırım” yani “Buradayım” ya da “Beli” yani “Evet” cevabı verdiler ve bu davanın bir “siyasi dava” olduğu başlar başlamaz ilan edilmiş oldu.

103’ü tutuklu 151 sanıklı davada, Mahkeme Başkanı’nın duruşmanın başladığını bildirmesi ve iddianamenin kabulü kararını okumasının ardından, Hatip Dicle söz alarak, “savunmaların Kürtçe yapılacağına ilişkin” mahkemeye Türkçe beyanda bulundu.
Hatip Dicle, Türk halkının diline saygı duyduklarını, Türkçe’yi gayet iyi bildiklerini, savunmalarının Kürtçe yapılacak olmasının mahkeme heyetine bir saygısızlık olarak anlaşılmamasını isteyerek, “siyasallaşma istediklerini ve Kürt sorununda şiddetin bitirilmesinden yana olduklarını” belirterek, “böyle bir amaç güden bizler, bugün burada bulunmamalıydık” diye konuştu.
Davanın siyasi anlamını, daha duruşma salonuna girmeden önce, sağlık nedenleriyle tahliye edilmiş ve tutuksuz yargılanmakta olan Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, açıkça bana ifade etmişti zaten, “PKK’yı KCK’laştıracak mıyız, yoksa KCK’yı PKK’laştıracak mıyız? Bu dava bu sorunun cevabını verecek” demişti.
O mu demişti. Belki de bir başka BDP’li veya KCK’nın tutuksuz sanıklarından biri de söylemişti. Yoksa o 25 Aralık 2009 sabahı tüm ülkenin tarih siciline bir “utanç fotoğrafı” olarak geçmiş olan Diyarbakır Adliyesi’ne kelepçeli olarak koyun sürüsü gibi dizilmiş olanların fotoğrafının en önündekilerden, şimdi tutuksuz yargılanan Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak mı söyledi?
Belki de sanıkların iki misli sayıdaki, aralarında İstanbul, Bursa gibi Türkiye’nin batı bölgeleri barolarına kayıtlı avukatların da bulunduğu 300 dolayındaki avukattan biri söylemiş olabilir.
Herhangi birisi söylemiş olabilir, onlarca kişiyle konuştum Diyarbakır’da ve herkes, her bir kişi bu davayı, ülkenin yakın gelecekteki kaderini belirleyecek bir “siyasi dava” olarak algılıyordu.
Duruşmanın öğleden sonraki celsesinde söz alan ve iddianamenin yanlış temeller üzerine oturtulduğuna ilişkin çok sayıda örnekle uzun bir savunma yapan Avukat Meral Danış Beştaş, uzun söylevini şu cümlelerle noktaladı:
“Bu dava 87 yıldır varlığı kabul edilmemiş olan Kürtlerin varolma davasıdır. Bu dava, demokrasinin varolup olmadığı davasıdır. Bu dava cumhuriyet iktidarının Kürtlerle paylaşılıp paylaşılmayacağı davasıdır.”
***                             ***                    ***
Bu dava ile birlikte, Türkiye’nin gündemine giren “anadilde eğitim hakkı” konusuna bir de “Kürtçe savunma hakkı” konusu girmiş oldu.
İkinci celsenin sonunda Diyarbakır Baro Başkanı Emin Aktar’a “Hakim Kürtçe savunmayı redderse ne olur?” diye soruyorum, “Reddedecek zaten. Dün bana söyledi.  Kürtçe savunma tercüman gerektirecek. O da masraf demek. Ben de kendisine, tüm avukatlar Kürtçe-Türkçe biliyorlar. Ben tercümanlık yaparım, para da almam dedim” cevabını verdi.
Ne olacak peki?
Dava prosedürüne göre, hakim, sözlü savunmaları “Anlaşılmayan bir dilden savunma verdiler” diye kayda geçirebilir, ama bu sözlü savunma yapılmamış ve doğru olmayan biçimde “susma hakkı kullanılmış” gibi yorumlanmış olacak. Yazılı ortak savunma ise, sanıkların kararı uyarınca, iki dilde, Türkçe ve Kürtçe verilecek.
Duruşmaya öğleden sonra verilen aradan sonra devam eden celsede, Avukat Sezgin Tanrıkulu, “Sanıkların meramlarını daha iyi anlatabilmeleri için savunmalarını anadilde yapmaları”ndan söz ederek, “sanıklar Türkçe’yi de iyi biliyor, Kürtçe’yi de, tercüman mahkeme heyeti için gerekli. Tercümanı kendiniz için atamalısınız” dedi.
Mahkeme heyeti, bu talebi, yarın (bugün) karara bağlamayı kararlaştırdı.
“Anadilde savunma hakkı” yani “Kürtçe’nin Kürt kimliğinin belkemiği” olduğu konusu KCK davasıyla birlikte siyasi, adli ve kültürel tarihimizde özel bir yer elde etmiş olacak.
300 avukatın yanısıra, çoğunlukla İstanbul’dan onlarca kişi, bu arada hukukçu, insan hakları örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarından 180 kişi Diyarbakır’a gelmişlerdi. Diyarbakır’a iki gündür havalanan uçaklar, çok sayıda Avrupalı, Türk ve İstanbul’da yaşıyan Kürt’ü bu dava için şehre taşıdılar.
Mahkemenin genişletilmiş de olsa, büyük salonuna gelenler sığamadı. Sanık aileleri ve izleyicilerin bir bölümü içeri giremediler. Adliye binası çevresinde ise, birkaç bin kişi, kesilmiş yolları doldurmuş, sabahın erken saatlerinden duruşmanın bittiği akşamüstüne dek, dayanışma gösterileri içindeydiler.
KCK davası, şimdiden, “uluslararası alan”a yansımaya başlamış ve Türkiye’nin “demokrasi ve hukuk devleti” ölçüsü haline gelmiş durumda. Hangi “siyasi akıl” bu davayı açmış ya da açtırmışsa, dava nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın kendi ayağına düşürecek kocaman bir kayayı da kaldırmış durumda.
Dava, haftasonları ve heyetin kararınca bazı günler hariç, her gün 11 ya da 12 Kasım’a kadar devam edecek. Tahliye olup olmayacağı, olursa kaç kişinin tahliye edileceği yaklaşık üç hafta sonra belli olacak. Bu bakımdan, sanık avukatlarının dün yaptığı tahliye taleplerinin reddi, “usulü” bir şey olarak algılanıyor. Çok uzun süreceği anlaşılan KCK davası, 11-12 Kasım’da verilecek bir “ara karar” ile tahliyeler ile devam ederse, önümüzdeki dönemde Kürt sorununun çözümü umutları artacak, ya da Türkiye’nin ufukları bulutlanacak.
Bu kadar önemli bir dava bu.
Öğleden sonra avukatlardan biri, “Komala Civanen Kurdistan” yani “Kürdistan Toplulukları Birliği” sözcüklerinin başharflerini oluşturan KCK’yı “Kürtleri Cezalandırma Komplosu”nun başharfleri olarak niteledi.
Öyle mi değil mi, önümüzdeki günler gösterecek. Bu arada, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kızılcahamam’daki Ak Parti toplantılarının sonunda yaptığı konuşmanın ve o konuşmada BDP için kullandığı nitelemelerin, Diyarbakır’da havayı bulandırmış ve “mahkemeye müdahale” niteliğinde algılandığını ve büyük tepki çekmiş olduğunu kaydedelim.
 Öğledensonra mahkemeye verilen arada, sanıklar, avukatlar ve izleyiciler bir onbeş dakika birbirleriyle kaynaştılar. Yüzler mutlulukla aydınlandı. Sanki mahkeme salonunda değil bir kutlama mekanındaymış gibi tuhaf bir hava esti.
KCK sanıkları, Diyarbakır cezaevinde üçer kişilik bölümlerde kalıyorlar ve haftada bir havalandırmada biraraya geliyorlarmış. Dünkü duruşmada hem birbirleriyle hem avukatlar ve izleyiciler arasında çok uzun zamandır görüşemedikleri dostlarıyla hasret giderdiler. Yüzler gülüyor, eller selam için kalkıyor, müdahale etmeyen jandarmaların üzerinden uzanıyor, hatta kucaklaşmalar, öpüşmeler yaşanıyordu.
Hatip Dicle, sakal bırakmış. “Beni orada gördüğünden çok sevindiğini” söyleyip hararetle elimi sıkıp, sanık sırasındaki yerini almak için ilerlerken “Başaracağız” dedi; Fırat Anlı ise defalarca avukat olarak girdiği salonda, sanık sırasından, beni Diyarbakır’da ağırlayamayacak olmasından sıkıntılı, “konukseverlik” görevini avukatı Sezgin Tanrıkulu’ya emanet etti.
Mahkeme salonundaki hava, Ankara’da siyasi karar merkezlerine taşınabilirse, Türkiye’de Kasım ortasından itibaren kış mevsimine girildiğinde, siyasette “bahar havası” oluşmaya başlayabilir.
Ankara ile Diyarbakır’daki davanın ne ilgisi var diye sormayın. Bu dava, a’dan z’ye siyasi bir dava...
Yazarın Tüm Yazıları