Eğlence Sokak No:8 Sohbet koyulaştı havada bir hafiflik ufukta mavilik vardı

Arnavutköy'de çarşıdan yukarı doğru çıkarken kendisi de adı gibi şenlikli bir sokak var: Eğlence Sokak.

Eğlence Sokak, sıcak yaz akşamlarında çocukların hálá kukalı saklambaç oynadığı, gençlerin duvar üstünde oturup çekirdek çitlediği, evlerin önünde küçük bahçeler olan, sardunyalı balkonlara sofralar kurulan sokaklardan.

Mustafa Oğuz'un işyeri de orada. Eğlence Sokak, 8 numarada.

Mustafa bundan birkaç yıl önce yeni bir işyerine taşınması gerektiğinde bu sokakta eski bir köşkü gözüne kestirmiş, alıp yenilemiş.

Sokağın adının neden Eğlence Sokak olduğunu sorduğunda mahallenin yaşlıları birbirinden farklı hikayeler anlatmışlar: Kimi 20 yıl öncesine kadar yaz aylarında bu sokakta şölenler düzenlendiği, kimi uzun yıllar çarşıda kıtır kurabiyeler satan, satarken de birbirinden komik fıkralar anlatan Bal Mahmut misali bir adam burada oturduğu için sokağa bu adın verildiğini söylüyormuş.

Kimi de 6-7 Eylül'den sonra zoraki olarak İstanbul'u terk edip giden ama Arnavutköy'de yaşadığı yıllar boyunca sokağın bitimindeki köşkün ve mahallenin tek radyosunun sahibi olmanın hakkını veren, hali vakti yerinde bir Madama'dan söz ediyormuş. Anlattıklarına bakılırsa yaz aylarında, hava kararır kararmaz bu şen şakrak Madama köşkün pencerelerini ve radyonun sesini sonuna kadar açar, pencerenin altına gelen çoluk çocuk, genç yaşlı bütün Arnavutköy sakinleri de cızırtılı bir sesin söylediği şarkılar eşliğinde sabaha kadar eğlenirlermiş.

Gördüğünüz gibi rivayet muhtelif.

Mustafa akla en yakın olanın radyolu Madam hikayesi olduğunu söylüyor. Belki de anlatılanların hepsi doğrudur. Hem hınzır, hazır cevap bir adam, hem cevval, hayat dolu bir kadın bu sokakta oturmuşlardır kim bilir?

Ama belli ki Mustafa'nın gözdesi Radyolu Madam hikayesi.

Bence buraya da sırf bu yüzden taşındı. Hem köşkün endamına hem sokağın adına bayıldı.

Ayrıca doğruya doğru: Saint Joseph lisesini bitirip turizmci olmaya karar veren ama Egemen Bostancı'yla karşılaşınca turizmciliği unutan, Şan Tiyatrosu'nun tozunu yutunca da iflah olmayıp gösteri dünyasının perde arkasını mesken tutan, Türkiye'nin ünlü bütün şarkıcıları, müzisyenleri, oyuncularıyla çalışmış; şov dünyasının renkli ama bir o kadar da kaprisli insanlarıyla boğuşmuş, Rumeli Hisar Konserleri'ni başlatmış, Açık Hava Tiyatrosu'nu kimbilir kaç kez tıka basa doldurmuş, Türkiye'yi ekran başına kilitleyen ilk yerli dizilerden İkinci Bahar'ın yapımcısı için bundan daha uygun bir adres olur mu?

MUSTAFA OĞUZ'UN CITY CLUB'I

Yaşanılan yerin hakkını vermek gerek ya, Mustafa da sadece işyerini buraya taşımakla kalmamış bundan bir süre önce de bahçe katında küçük bir kafe-restoran açmış: City Club.

Allahtan yalnız değil.

Yanında onu bu işi yapmaya ikna eden, Akaretler'deki City Club'ün de sahibi olan eski dostu Osman Uslu var.

Yoksa Mustafa gibi yemesini içmesini olduğu kadar ikramı da seven, gani gönüllü birinin tek başına yapacağı iş değil bu iş.

Parmak ısırttıran bir yer açmasına açarsınız da, eşiniz dostunuz yer içer, siz batarsınız.

Son zamanlarda özellikle de hafta sonlarında İstanbul'da değildim. Arayan bütün arkadaşlarım önce ne yaptığımı soruyor, İstanbul dışında olduğumu öğrenince de düşman çatlatır gibi City Club'de olduklarını söylüyorlardı.

Döner dönmez ilk fırsatta Mustafa'yı aradım ve çarşamba akşamı bir kadeh içmek için City Club'e uğradım.

İçerisi son zamanlarda moda olan, sanki gelenler fazla oturmasınlar da bir an önce kalksınlar anlayışıyla benim soğuk, hatta biraz da itici bulduğum kimi yerler gibi 'düzenlenmemiş.'

Eski deri koltuklar, ahşap masalar, ayaklı beyaz abajurlar, bir-iki yere asılmış resim, birkaç film afişi, bol bol mum kullanılarak adam gibi 'döşenmiş.' Duvarlardaki tuğlalar, köşkün desenli zemin kaplamaları sökülmemiş. Bir köşede dirseğinizi dayadığınız, bir de sohbet edecek birini bulduğunuz anda önünden kolay kolay ayrılmayacağınız bir bar var.

Kaç kadeh içeceğiniz ise size kalmış.

Dışarıda, küçük yemyeşil bir bahçe.

Gittiğimde Mustafa, Dilara Endican'la oturmuş, şarabını içiyordu.

Biraz sonra Gül geldi. Ama gecenin sürprizi Şener Şen'di.

En azından benim için.

Mustafa Oğuz, Fransızların deyişiyle yaşama sanatını bilir. İyi şaraplar, iri purolar içmekten hoşlanır. Ama iyi şarapları uzun uzun koklarken etrafa caka satan, purolarını silah gibi kullanan adamlara benzemez.

DİLARA DÖVMESİNİ KENDİ ÇİZER

Dilara, doğma büyüme Bebek'lidir ama bebek kadın değildir. Dövmesini suratına kendi çizer, suretini kendi belirler. Yıllarca Nişantaşı'nda çalıştı. Nişan takmayıp nişan aldı. Herkes Galatasaray taraftarıydı ama o tribünlerden düşüp yaralandı. Hep farklıydı da sanki erken farkına vardı.

Yapım şirketinin adını 'Zehir' koymuş.

Yığınla iş yapıyor. Benim ilgimi en çok 'yaşamöyküsü' çalışmaları çekti.

Sevdiğiniz birinin özel bir gününü kutlamak istediğinizde gül göndermiyor Dilara'ya geliyorsunuz. Çerçeveyi o çiziyor. Kitapsa kitap, filmse film, kutlamaysa kutlama; o insan sizin için özel ya.

Gül, çünkü'lerle, ya da'larla, hani'lerle, belki'lerle, ama'larla konuşmayan bir kadın. Ne düşünüyorsa söyleyen, lafını esirgemeyen.

Sevdiği zaman tam seven, sevmezse geri çekilen.

Şair ne demiş:

‘‘Yakasında kocaman bir düğme

Sevinci bitiştiren acıya

Ayıran kuşkuyu inançtan

Bir Çerkez mızıkası gibi rengarenk

İki adet kuş çantasında

Biri oğlu da diğerinin adı Mustafa mı acaba?’’

ŞENER ŞEN ANLATILAMAZ

Şener Şen'e gelince onu anlatmaya benim sözcüklerim, dahası burada karalayacağım bir iki satır yetmez. Zaten insan hayranı olduğu biri için kolay kolay bir şeyler karalayamaz. Eli titrer, yazdıklarının içi boşalır, kelimeler havada asılı kalır.

O akşam da başında şapkası, yüzünde hepimizin yakından tanıdığı muzip gülümsemesi çıkageldiğinde dondum kaldım. Soracak binlerce sorum vardı hiçbirini soramadım.

Anlattıklarına kulak kabarttım: Yavuz Turgul, Eşkıya'yı bitirdikten sonra yeni bir senaryo yazmaya başlamış. Aşağı yukarı yedi yıl olmuş. Yeni bir film kapıdaymış.

Sadece Yavuz Turgul ile çalışırım diye bir koşul ileri sürmüyormuş ama önüne de içine sinen bir proje gelmiyormuş. O da acelesi olmayan bütün büyük oyuncular gibi sabrı heybesine koymuş, bekliyormuş.

Sinema her şeyden önce senaryo, sonra da yönetmenin sanatıdır diyor.

Alçakgönüllük etmiyor kendisinin de önemli bir oyuncu olduğunu söylüyor.

Rollerine nasıl hazırlandığını sordum: Ertem Eğilmez'in bir filmi için dört nala giden bir ata binmesi gerekmiş, Atlı Spor Kulübü'nde at binmeyi öğreten emekli bir albaydan dersler almaya başlamış. At üstünde tırıs üç gün geçirdikten sonra ne zaman dört nal gidebileceğini sorduğu albay; ‘‘En az altı haftan daha var’’ dediğinde, ‘‘Ben ata binemeden film bitecek, Ertem Abi de bana kükreyecek’’ diye düşünmüş. Atın böğrünü dürtmesiyle, at dört nala. Albay sus pus.

Eşkıya için poligonda çalışmış.

İkinci Bahar için de kebapçılarda. Nasıl hızlı hızlı parmak kesilmeden soğan doğranır, insanın gözü nasıl yaşarır, elindeki bezi nereye atarsın, ocağın neresinde durursun?

Yeşilçam'da küçük rollerle başlayan, Egemen Bostancı'nın müzikalleriyle, Ertem Eğilmez'in kült filmleriyle devam eden, Züğürt Ağa'dan başlayıp Eşkıya'ya son yılların en iyi filmlerinde unutulmaz tiplemelerle süren bir kariyerde anlatılacak anı biter mi? Elbette bitmez.

Dedim ya soramadım.

Karşısında dut yemiş bülbül gibi oturdum.

İnşallah bir dahaki sefere.

City Club'e akşam üstü bir kadeh içki içmeye ve Mustafa'yı görmeye uğramıştım. Unutmuşum: İnsan Mustafa ile birlikteyken bir kadeh içip kalkamaz.

İkinci kadehi de içer hatta üçüncüsünü, gerekirse dördüncüsünü de. Ama gece asla sizin planladığınız gibi bitmez. Sürprizlere gebedir. Uzun süredir görmediğiniz bir arkadaşınız çıkagelir, içiniz kazınır, Mustafa ısrar etmeden ıspanaklı penne'nin iyi olduğunu söyler, masaya bir iki tane daha önce yemediğiniz tadımlık gelir, laf lafı açar sohbet koyulaşır ama asla ağırlaşmaz, havada bir hafiflik, saat kaç olursa olsun ufukta bir mavilik olur.

Kalktığımızda gece yarısını geçmişti, her yer maviydi.
Yazarın Tüm Yazıları