Askeri eğitimi Ankara’da Zir Vadisi’nde alıyorduk

Güncelleme Tarihi:

Askeri eğitimi Ankara’da Zir Vadisi’nde alıyorduk
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 15, 2010 00:00

Kıbrıs’ın bugünkü haritasını belirleyen ikinci Barış Harekatı’nın dün, 36. yıldönümüydü. Barış harekatının başarıya ulaşmasında çok önemli rolü olan, Kıbrıslı Türklerin direniş örgütü Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ise 50 yılı geride bıraktı. Geçen yıl ilk kez BM özel temsilcisi tarafından ziyaret edilerek barış sürecine katkısı istenen TMT Derneği’nin başında 10 yıldır Yılmaz Bora var. 74 yaşındaki Yılmaz Bora, Türk Mukavemet Teşkilatı’na İttihat ve Terakki usulü Kur’an-bayrak-silah üzerine yemin ederek adım attı. Barış Harekatı’na kadar tam 25 yıl teşkilatın önemli bir komutanı, harekat sonrasıysa KKTC’de kurucu meclis üyesi, diplomat ve yüksek bürokrat olarak hizmet etti. Bora ile yeraltındaki günlerini, çatışma hikayelerini, silahşör, komutan ve diplomat kimliğini konuştuk

1950 plebisitinden sonra 1954’te Yunanistan taktik değiştirip EOKA’yı örgütledi. Bundan sonraki aşama silahlı olacaktı. O tarihlerde İngiltere de kolonilerinden çekilmeye başlamıştı. Kıbrıs’ta ‘Volkan’, ‘9 Eylül’, ‘Kara Çete’ isimleriyle ada Türkleri’nin gizli örgütlenmeleri çoğalıyordu. 5-6 kişilik savunma gruplarıydı bunlar. 9 Eylül İzmir’in kurtuluş tarihiydi mesela. Kıbrıs Türk’ünün, Anadolu Türk’ü ile ne kadar iç içe olduğunu gösteriyordu bu. Bu örgütler ortaya çıkınca, liderlerimiz ana vatana gidip silahlı EOKA örgütünün sahneye çıktığını anlatarak yardım talebinde bulundu. Rauf Denktaş’tan duydum: Merhum Menderes hükümeti “Biz de Yunanistan da NATO’da, nasıl olacak bu iş?” diye tereddüt etmiş. Ama öte yandan Yunanistan, NATO’da kader birliği yaptığı bir ülkeyi arkadan vurmaya çalışıyordu. Birkaç kez liderlerimiz gidip gelir, sonunda tamam denilir, TMT’ye sahip çıkılır, destek verilir.

Yarbay Rıza Vuruşkan 1957 yılının son aylarında askeri heyetiyle Kıbrıs’a gönderildi. Vuruşkan ve ekibi çok kısa sürede adanın dört bir yanında teşkilatı küçük hücreler halinde kurdu. Sonra o hücreler çadır, çadırlar oğul, oğullar petek, petekler kovan, kovanlar sancak oldu. Oğul beyi 5 kişinin komutanıydı. Yani manga komutanı. Petek beyi beş oğulun sorumlusu; bölük komutanı. Beş bölük tabur oldu, taburlar alay, alaylar sancak, sancaklar bayraktarlığa bağlandı, bozkurt oldu. Bozkurt, Türklerin Orta Asya’dan çıkışını simgelediği için alındı. MHP’lilik ya da Türkeşçilik söz konusu değil. Hiçbir zaman bir partinin adamı olmadık, biz Atatürkçü bir halkız.

İTTİHATÇI USULÜ ÖRGÜT YEMİNİ

Örgütlenmeler çok hızlı oldu. Çünkü Kıbrıs Türkü zaten savunma refleksi içindeydi. 1957’nin son günleriydi. Bir gün kapım çalındı. Uzaktan tanıdığım biri. Buyur ettim, bir odaya geçtik. Masanın üzerine bayrak, Kur’an-ı Kerim ve silah koydu. Beyannameyi çıkardı, “Oku” dedi, okudum; bir daha okumamı istedi, bir daha okudum. “Kabul ediyor musun” dedi, “Ediyorum” dedim ve imzaladım. Zaten bir arayış içindeydik. Beyannamede, “Kıbrıs Türk’ünün namus ve şerefine, can ve mal güvenliğine karşı her türlü saldırıya karşı kendimi Türk Ulusu’na adadım. Bildiklerimi, gördüklerimi, işittiklerimi hiçbir zaman ifşa etmeyeceğim. İfşa etmem halinde bunun cezasının ölüm olacağını bilerek bu beyannameyi imzalıyorum” diyordu.

Aynen İttihat ve Terakki yemini gibi... Ben onu imzaladığım andan itibaren omuzlarımda büyük bir yük hissettim. TMT idik artık. Bir şemsiye altında tüm hücreleri bir araya getirdi TMT. Sonra denildi ki, ‘emirleri falan yerden alacaksınız’. Bir kırtasiye dükkanından kapalı bir zarf içinde alırdınız emri, içinde ‘şununla buluşacaksınız’ yazar. O belge ne kadar önemliydi... Hiç tanımadığınız, bilmediğiniz bir insana karşı bağlılığınız, saygınız, o görevi yerine getirme şevki... Bizimkisi disiplinin üzerinde bir olaydı. Cesaretimizi kıracak, bizi bu yoldan çevirecek hiçbir engeli tanımadık.
Askeri eğitimi Ankara’da Zir Vadisi’nde alıyorduk

YATAĞIMIZIN ALTINDA EL BOMBALARI

Kıbrıs’ta Cumhuriyet henüz ilan edilmemiş. Evimiz Lefkoşa merkezde; polis karakoluna 100-150 metre mesafede. Geceleyin 7-8 sandık silah geldi arabayla. Arkadaşlarla evimizin arka bahçesinde çukurlar kazdık. Silahlar temizlenip yağlandı, sarıldı, sandıklara konuldu ve gömüldü. Hiç düşünmedik eşimle, biri görüp ihbar ederse sonumuz idamdır diye... İnsanlarımız da bizi koruyordu. Ancak el bombalarını böyle korumak mümkün değildi. Evde yattığımız yatağın altında 400-500 el bombasını aylarca saklayıp koruduk.
21 Aralık 1963’te yerin üstüne çıktığımızda halkımız baktı ki; Yılmaz Komutan, Ali Komutan; kimse yadırgamadı. Biz Zir’de eğitim aldıktan sonra, eleman yetiştirmeye başladık. Bayraktar son derece etkili bir şahsiyetti, elinde büyük imkanlar vardı, yabancı ajanları kullanırdı. Adada gazeteler Türk liderlerini kötülüyordu. Bayraktar, yayınların durdurulmasını, aksi halde harekete geçeceklerini söyledi. “Hadi yapın da görelim” dediler. Bunun üzerine Larnaka’da petrol istasyonları havaya uçuruldu. Bir ekip köprü uçurma, bir ekip araç tahribi, bir ekip havan için yetiştirildi.

ATATÜRK ANITI’NI GECE GÜNDÜZ BEKLEDİK

29 Ekim 1962’de Lefkoşa’ya ilk kez bir Atatürk Anıtı dikmek istedik, Rumlar engel çıkardı. Büyük bir heyecanla Türkiye’den büyük bir Atatürk anıtı getirttik. 9-10 metre yüksekliğinde. Açılışta Milli Şair Behçet Kemal Çağlar, Prof. İsmet Giritli, Türk Gençlik Teşkilatı Başkanı Erdoğan Türkeri hazır bulundu. O anıtı geceli gündüzlü korurduk. Rumlar katliamlara başladı, 1967’de Geçitkale ve Boğaziçi köylerini sardı. Larnaka, Limasol arasındaki yol stratejikti. Geçirmedik. Grivas 15 bin kişilik Yunan ordusunu sevk etti. Türkiye ültimatom verdi, gemilerimiz Girne açıklarına geldi, uçaklarımız Lefkoşa üzerinde alçak uçuşlar yaptı. 15 bin Yunan askeri çekildi, tazminat sözü verildi, yollar açıldı; Türkiye, müdahaleden vazgeçti.
Rumlar kontrolden çıkınca, ‘derhal silahlar yeraltından çıkarılacak’ diye emir geldi. “45 kişiden oluşan her petek, önceden belirlenen savunma bölgelerinde, tüm şehir, ilçe ve kasabalarda tertip alacak” denildi. Bir anda dost birlikler olarak Lefkoşa savunması ortaya çıktı. Rumlar, Lefkoşa’ya giremedi. Rumlar başkente giremediği için kuşatmadaki köylere geceleri gizlice silahlı gidip moral verdik halka.

YUNAN SUBAYINI VURDUM, VURULDUM

21 Aralık 1963’te olaylar patlak verdi. Tulip Otel’in yerinde bir un fabrikası vardı. Çatısındaki ağır makinalı, Türk Alayı ile teşkilatımız arasındaki irtibatı kesmişti. Emir geldi, ‘fabrika üzerindeki ekibi bertaraf edeceksiniz’ diye. Lefkoşa’dan gönüllü beş arkadaş 24 Aralık akşamı yola çıktık, karanlıkta ilerliyoruz. Rumların kumsalı bastığı haberi geldi. Banyo katliamının olduğu gece... Yarım ay pozisyonu alıp ilerledik. Karşıdan kasklı biri, sten makineli tabancayla geliyor, ateş etmeye başladı, ben de boşalttım silahımı. Ben düştüm, Yunan subayı da düştü. Üç kurşun yemişim, dördüncü kurşun şarjör yatağına isabet etmiş. Silahım yoktu. Şarjör, yatağına isabet eden kurşundan dolayı 15 metre ileriye fırlamış. Beni kurtaran oydu. Kendime geldiğimde baktım, sağımdaki arkadaşlar ölü. Yalnız kendimi yoklarken arkadaşım ayağımı tuttu. El bombasını çıkarmak istedim, ellerim şişmiş. Uzaklardan silah sesleri, insan çığlıkları geliyor. Sürünerek geri çekildik. Sabah gittiklerinde şehitlerimizi aldılar, silahımı buldular.

SARGILI KOLUMDA MİKRO FİLMLERİ KAÇIRDIM

Karargahta ilk tedavi... Bana sıra geldi. Tetanoz aşısı bir tane kalmış. “Kime yapacağız” dediler. Arkadaşlarıma yapılmasını istedim. Bizi uçağa alıp Ankara’ya götürdüler tedavi için. Sargılar içinde mikro filmler götürdüm Ankara’ya. Rum mezalimine delil olarak. “Bize roketatarla saldırıyorlar” diyorduk, inandıramıyorduk. Ankara’da insanlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinden günlerce Kıbrıslı yaralıları, bizleri görmek için akın etti. Hiç unutamam o günleri. Kolum kesilecekti, büyük çaba sonunda kurtardı Türk doktorlar...

POYRAZKÖY MÜHİMMATLARI MÜCAHİT VADİSİNDEN ÇIKTI

Yılmaz Bora’nın anlattığı çarpıcı hikayelerden biri de; SAT komandolarının sanık olarak yargılandığı Poyrazköy davasının delilleri olarak gösterilen mühimmatların yeraltından çıkartıldığı Ankara Zir Vadisi’yle ilgili. Bora ve arkadaşları aynı vadide Türk subayları öncülüğünde gerilla eğitimi almış
1959 Ekim ayı. İngiliz kolonisinde kamu görevlisiydim. Teşkilatımdan ‘Ankara’ya gideceksin’ diye bir emir geldi. Teşkilatın Türkiye kanadının başı Daniş Karabelen Paşa ile temas kuracak, Zir Eğitim Merkezi’ne gidecektik. Düşünün, bir kamu görevlisiydim, izin almadan kaçtım. Eşime, “Eğer beni sorarlarsa ‘hastalandı, Türkiye’ye normal uçakla götürüldü’ demesini tembihledim. Bir buçuk ay eğitim alıp döndüm. Zir Vadisi’nde temel eğitim silah eğitimiydi, gizli harekat tekniklerini de öğrendik. Silah atış eğitimleri, posta kutusu, pusula, haberleşme, gizliliğin nasıl korunacağı eğitimleri en ince detaylarına kadar anlatıldı bize. Adanın dört bir yanından gelen arkadaşlar buluşurduk, “Sen de mi buradasın” derdik. Çok güzel hatıralarımız oldu. Kampı yöneten kaç komutan bilirim, ruhları şad olsun. 1962’de bu kez Zir’de ihtisas eğitimi gördük. Bu sabotaj eğitimiydi. Önemli tesislere yönelik, bir gerilla faaliyeti. Milli bir teşkilat olarak genç, ihtiyar, zengin, fakir, memur, tüm kesimleri içeren, halkın teşkilatıydı, hiçbir zümreyi temsil etmedi.”

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!