“Evet”in en önemli gerekçesi...

Türkiye’nin yakın geleceğine kalın izler bırakacak başdöndürücü gelişmelerin yaşandığı günlerden geçtiğimiz kesin.

12 Eylül anayasa değişikliği referandumu, bununla bağlantılı olduğu sezilen tırmanan terör, tırmanan terörün arka planında Taraf gazetesinin üst üste yayımladığı, medyanın bir bölümünün inatla görmezden geldiği skandal durumlar, Balyoz soruşturması kapsamında haklarında yakalama kararı bulunan 102 muvazzaf ve emekli subay ve Silahlı Kuvvetler’in yapılanmasını belirleyecek, devam eden Yüksek Askeri Şura toplantıları.
Bunların herhangi biri tek başına ve ayrıca bir arada, içiçe geçmiş daireler halinde, Türkiye’de rejimin rengini ve ülkenin yakın, belki de uzak vadedeki geleceğini belirleyecek önemde.
Yüksek Askeri Şura, her yıl aynı dönemde toplanır. Görünürde rutin bir toplantı. Bu yılın YAŞ toplantılarının önemi, haklarında yakalama kararı çıkarılan ve terfi listesinde bulunan Balyoz şüphelisi 11 general ve amiralin durumunun da masaya yatırılması.
Bu konuda karar verecek olan Şura’da Ergenekon davalarından birinin bir numaralı sanığı konumunda olan Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk de var. Saldıray Berk, bir numaralı sanık olarak yargılandığı duruşmaya gitmemişti ama YAŞ toplantılarına katılıyor. Tam karşısında da Başbakan Tayyip Erdoğan oturuyor!
***                            ***                  ***
 Radikal’in internet sitesinde dün bu konudaki haberle ilgili şu satırları okudum:
“YAŞ’ın bu toplantısını ilginç kılan unsurlardan biri de 3. Ordu Komutanı Orgeneral Berk ile ilgiliydi. Erzurum’daki Ergenekon davasının bir numaralı sanığı olan ve ‘terör örgütü üyesi’ olmakla suçlanan Orgeneral Berk, YAŞ tarihinde ilk kez, yargılaması sürerken Şura’ya katılan üye oldu. Bunda, ‘Berk hakkındaki iddiaların 61 sayfalık iddianamede yalnızca bir sayfa tuttuğunu, hakkındai üç iddiayı inceleyip yanlış olduğu kanaatine vardıklarını’ söyleyen Orgeneral Başbuğ’un tavrı belirleyici etkendi.”
Eğer bu satırlar doğruysa, Cumhuriyet tarihimizin “en büyük hukuksuzluk” manzaralarından biriyle karşı karşıyayız demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nde savcılara, mahkemelere, iddianamelere, yargıç kararlarına ihtiyaç kalmamış demektir.
Herhangi bir asker kişiyle ilgili iddianameyi Genelkurmay Başkanı’na gösterin, hükmü o ve yakın çalışma arkadaşları versin; olsun bitsin. Eğer Genelkurmay Başkanı, bir davada “bir numaralı sanık” konumunda bulunan bir asker kişi hakkındaki iddiaların sadece bir sayfada yer aldığı ve hakkındaki üç iddiayı inceleyip “yanlış olduğuna” hükmederse, iş bitmiştir. Mahkemeye gerek kalmamıştır. “Sanık” beraat etmiş sayılır.
Bu, budur.
Görevini terketmeye hazırlanan Genelkurmay Başkanı’nın benimsediği ve karargahından yapılan açıklamalarda sık sık vurgulanan “masumiyet karinesi” diye bir kavram söz konusu. “Masumiyet karinesi”, hukukun temel kavramlarındandır. Herhangi bir kimse, suçu kanıtlanmadıkça ve hakkında kesinleşmiş yargı kararı bulunmadıkça “masum”dur, yani “suçlu” değildir.
Bu “karine” elbette 3. Ordu Komutanı için de, YAŞ toplantılarında durumları ele alınacak terfi sırası gelmiş 11 general ve amiral için de, Balyoz soruşturmasında haklarında “yakalama kararı” çıkartılmış diğer muvazzaf ve emekli subaylar için de geçerlidir.
Ancak, bu “karine”, söz konusu kişilerin “sanık” sıfatını da ortadan kaldırmıyor, haklarında “yakalama kararı” verilmiş olmasını da iptal etmiyor. “Sanıklar” hakkındaki kararı ise bir “Hukuk Devleti”nde Genelkurmay Başkanı her kimse o değil, yargı verir.
Sanıklardan birinin YAŞ toplantısına katılıp Başbakan’ın karşısında oturması, bir başkasının İçişleri Bakanı’nın yanında Dörtyol’da –Beşir Atalay’ın “Dörtyol göründüğü gibi değil, bu olayları azmettiren, tahrik eden birileri var” dediği- olayın ardından boy göstermesi akıl alacak şeyler değil. Bunların yakışıksız görüntüler olduğu ve Türkiye’deki “hukuk kavramı”nı ayaklar altına aldığı ise ortada.
***                        ***                 ***
Taraf gazetesinde dün Namık Çınar köşe yazısının sonunu “Hükümete sesleniyorum: Bakın!.. Mahkemece ‘yakalanması’ istenen o 102 kişiyi hemen toplayıp, içeriye atmazsanız... Türkiye’nin ceza evlerinde ne kadar tutuklusu varsa, hepsini serbest bırakmalısınız. Ona göre!..” öfkeli haykırışıyla noktalamıştı.
Hükümetin gücü olsa, bu öfkeli haykırışın gazete sayfalarına yansımasından önce gereğini yapabilirdi. “Muhatap”, eski-yeni Silahlı Kuvvetler personeli olunca, öyle bir gücü olmadığı besbelli.
Böyle bir “kilitlenme” durumunu gidermek, ülkenin “hukuk dışı” bir yönetim yapısına kaymasını önleyebilmek ve rejimin üzerine yığılan “sıkışıklık”ı aşabilmek için en ve şu sıra itibarıyla en meşru araç, halka başvurmak.
12 Eylül’deki referandum bu demek.
12 Eylül referandumunun önemi, 12 Eylül 1980 ile hesaplaşmaktan ziyade, ondan daha da önemlisi Türkiye’nin önünü “hukuk yolu” ile açabilmekten kaynaklanıyor.
Ülkenin en büyük kozu olan “hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasi” için “Evet”ten başka yol var mı?
Yazarın Tüm Yazıları