“Washington Mektubu”...

Thomas Friedman’a nispet, onun “İstanbul Mektubu” başlıklı yazısını New York Times’ta okuduktan ve onu gördükten bir gün sonra Washington’a geldiğime göre bir “Washington Mektubu” yazmalı mıyım?

Friedman, İstanbul’da birkaç gün kaldıktan ve bazı Türklerle görüştükten sonra Türkiye’nin tutturduğu yöne ilişkin “uyarıcı” bir yazı kaleme almış ve “İstanbul Mektubu” başlığını atmıştı.
Mektubun Washington’a hitaben yazıldığı son cümleleriyle anlaşılabiler sadece. Tom Friedman, Türkiye’nin tutturduğu yolun “vahameti”ni vurgulamak için, Başkan Obama’ya Başbakan Tayyip Erdoğan’ı Camp David’e davet edip hafta sonunu birlikte konuşmaya ve aradaki sorunların üstesinden gelmeye davet ediyordu.
Aksi halde, o son cümlesi hariç, “İstanbul Mektubu” daha ziyade Türk okuyucusuna yazılmış gibiydi. Nitekim önceki gün İstanbul’dan Washington’a uçarken elime aldığım ve okuduğum tüm Türk gazeteleri Friedman’ın “İstanbul Mektubu”na geniş yer ayırmış, bazıları yazıyı aynen yayımlamıştı.
Hükümetin dış politikasına ve son gelişmelerde aldığı tavra karşı ya da bundan en azından ciddi kaygı duyan Türkler, “mesajı” almış gibiydiler.
Otel odamda bu yazının başına oturduğumda penceremden iki blok ötedeki Beyaz Saray’ın ışıkları görünüyor.  Obama, Tom Friedman’ın “İstanbul Mektubu”nu kesinlikle okumuştur. Acaba önümüzdeki günlerde Toronto’da G-20 toplantısında biraraya geleceği Tayyip Erdoğan’ı, orada toplantının kulisinde yapacağı görüşmenin ötesinde Friedman’ın uyarısına uyarak başbaşa upuzun bir görüşme için Camp David’e davet eder mi acaba?
Washington’daki ilk bir kaç saatin izlenimlerini esas alırsam, Türkiye ile Amerika arasındaki durum en üst düzeyde bir zirveyi gerektirecek kadar sorun yüklü gözüküyor.
“Washington Mektubu”na başlayabiliriz.
***               ***              ***
Geleli daha yarım saat olmuş, L Street ile Connecticut Avenue’nun kesiştiği yerde, Washington’un en merkez noktası sayılabilecek yerde amaçsız yürüyorum. Bundan 10 yıl önce iki yıla yakın yaşadığım semtin sokaklarını arşınlıyorum. Telefon çalıyor, Büyükelçi Namık Tan. O yıllarda buradaydı. Yıllar boyu sevgili bir dost oldu hep.
“Yahu” diyorum, “Şuraya ayak basalı yarım saat olmadı; nereden biliyorsun burada olduğumu??”
Ben” diyor “Washington Büyükelçisi’yim. Giren çıkandan anında haberim olur”...
Doğru da söylüyor. Türkiye’nin Washington’u en iyi bilen, Washington’da kim kimdir, siyaset çarkları hangi kurallarla nasıl işler, Türkiye’de ondan daha iyi bilen bir devlet görevlisi olamaz.
İlk “alarm zili”ni ondan işitiyorum. “Bunca yıldır burayı bilirim, şu günlerdeki kadar, Türkiye konusunun yoğun olduğu hiçbir zamanı hatırlamıyorum, affedersin tuvalete gidecek kadar zaman kalmıyor; öyle bir yoğunluk var.”
Benim geliş nedenim Middle East Institute adlı düşünce kuruluşunun ilk yıllık toplantısının konusu olan “Turkey’s New Geopolitics: Challenges and Opportunities” (Türkiye’nin Yeni Jeopolitiği: Meydan Okumalar ve Fırsatlar) başlıklı konferansta konuşmacı olmam. Başlık hiç yabancı değil bana. Tam 10 yıl önce “Mediterrenean Quarterly” adlı dergiye Graham Fuller ile birlikte yazdığımız uzun makalenin başlığı tam tamına buydu.
On yıl önce o başlığın ifade ettiği konu güme gitmişti. On yıl sonra, Türkiye’ye pek dostane duymamaya başlayan Amerikan başkentindeki sayısız toplantıdan birinin başlığı.
Sayısız toplantı diyorum, önceki gün TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner Brookings’de idi. Bir de Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile görüşeceklerdi. Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik başkanlığındaki heyet birkaç gündür Washington’da temaslar yürütüyor. Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon ile de görüştüler. Ömer Çelik ve Suat Kınıklıoğlu bizim toplantıda da konuşmacılar.
Bizim toplantıyı duymayan kalmamış. Daha buraya gelmeden Washington’daki İran uzmanları ve İranlı rejim muhalifleri benimle yazışarak Washington’da görüşeceğimizi bildirmişlerdi. Katılımcı listesine bakıyorum, İsrail yanlısı tanıdık kimi isimler, bu arada Kongre’deki Türkiye dostlarının başındaki Robert Wexler de var.
On yıldır Washington’da İsrail yanlısı olan isimlerin “Türkiye dostu” olması bir tür eş anlamlılığı ifade ediyordu. Şimdi açmazda olanların bir bölümü onlar. İsrail yanlılıkları değişmemiştir herhalde, ama ne kadar “Türkiye dostu” kaldılar acaba?
***            ***             ***
Washington, şu sıralarda Amerika’nın geleneksel “Türkiye dostları”nın erozyona uğramakta olduğu bir başkent. İşin ilginç yanı, Amerikalılar için Türkiye isminin yarattığı rahatsızlık, İsrail ile sürtüşmeden ziyade İran konusunda BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamadaki “Hayır” oyu.
Türkiye’nin İran’a ilişkin tavrında Washington’da, yönetim kademeleri dahil, ortaya çıkan “rahatsızlık’, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki bozulmayla birleşince adeta bir çarpan etkisi, bir olumsuz sinerji yayılıyor ve Kongre’de İsrail lobisi ile Ermeni lobisinin Türkiye’nin canının acıtılması amacıyla canlanmasına yol açıyor.
Önümüzdeki aylarda “Soykırım Tasarısı”nın içinde bulunduğu, küçük çapta da olsa silah satışlarına kısıtlama gelebileceği gelişmelerin olmasını sürpriz karşılayacak pek kimse yok.
İşin ciddiyeti, “Başkan’ın iç kabinesi” konumundaki Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bütün bu hususların gündeme alındığı “senaryolar”ın üzerinde tartışılmaya başlanması. Bundan üç yol önceki Neo-Con etkisindeki, bizim bazı askerlerin de rol aldığı “Hudson Institute’daki senaryolar” gibi değilse de, “Türkiye’nin canı nasıl acıtılır?” türden senaryolar Washington’da kapalı kapılar ardında konuşulmaya başlanıyor.
Washington’da ilk akşam, uzmanlığı Türkiye-Amerika ilişkilerini izlemek olan düşünce kuruluşlarının mensuplarıyla konuşuyordum; biri, “Bugünlerde bu şehirde bazı buzz word’ler işitilmeye başlandı” dedi. “Buzz word”. Türkçeye çevirmesi zor. İşaret fişeği niteliğinde sözcükler diyebilir miyiz?
“Nedir örneğin o buzz word’lerden biri” diye soracak oldum; “Örneğin” dedi, “Türkiye dendiğinde ki, sık telaffuz ediliyor, mutlaka başına ‘unreliable ally’ sıfatı ekleniyor.”
“Unreliable ally” yani “güvenilmez müttefik.”
Elbette “sorun” tek yanlı değil. Amerikalılar, “başına buyruk” bir Türkiye görüyorlar. Dünya değişmesi üzerine, birçok ülkenin Amerika karşısında eski davranış kalıplarını göstermediklerini sindirmekte zorlanıyorlar.
Bu yüzden da güvensizlik karşılıklı ve giderek derinleşiyor ve çetrefilleşiyor.
Acaba, otel penceremden az ötede evindeki ışıklarını yanar gördüğüm, mahalle komşum, “Beyaz Saray”da oturan Barack Obama, ben de “Washington Mektubu” yazsam ve “gecikmeden Tayyip Erdoğan’ı hafta sonunu geçirmeye Camp David’e davet edin” desem...
Haberi olur mu? Davet eder mi? Faydası olur mu?
Bilmiyorum.
Ama ben de Thomas Friedman’ın “İstanbul Mektubu” gibi bitireyim “Washington Mektubu”nu; şu anda ışıkları yanan vaziyetteki  Beyaz Saray’daki Başkan Obama’ya yazıyorum:
“Tayyip Erdoğan’ı bir an önce uzun ve başbaşa bir görüşme için davet edin...”
Yazarın Tüm Yazıları