Devlet, hükümet ve PKK’nın kör takipçilerine...

Diyarbakır’da yarın Türk adalet tarihinin en “skandal” davalarından biri Özel Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayacak. Skandal yönü sadece hukuku değil siyaseti de birebir ilgilendiriyor. Bir “siyasi skandal” davası yani. Türkiye’nin önündeki korkutucu “kanlı yol haritası”nın ilk adımı sanki.

Ekim ayında Habur’dan giriş yapan kimisi Kandil’den kimisi Mahmur kampından gelen 34 kişiden 30’u yargı önüne çıkacak. Kalan 4 kişi yaşı tutmayan çocuklar olduğu için –şimdilik- Türk yargısından yakayı kurtarmış durumdalar.
Mahkemenin önüne ağır ceza talepleriyle çıkartılacak olan 30 kişiye yüklenen suçların başında “örgüt üyeliği” geliyor; yani yasa dışı PKK üyeliği. Tabii “pasaport kanununa muhalefet” gibi daha hafif suç isnatları da söz konusu.
Bundan daha komik bir suç isnadı olabilir mi? Söz konusu kişiler zaten “PKK üyesi” olarak ve PKK’nın İmralı’daki liderinin çağrısı üzerine Habur’dan giriş yapmamışlar mıydı? Geliş gerekçeleri, “Açılım süreci”ne ivme kazandırmak olarak açıklanmamış mıydı?
Geldikleri ve Habur sınır kapısından girdikleri anda “Pişmanlık Yasası”ndan yararlanmak ya da “teslim olmak” amacıyla gelmediklerini açık açık söylememişler miydi?
Habur’da sorguları yapılırken, kim oldukları bilinmiyor muydu? Ne dedikleri kayda geçmemiş miydi?
Aradan 8 ay geçtikten sonra 30 kişiyi sözü edilen suçlamalarla yargı önüne çıkartmanın verdiği “mesaj” nedir?
Aralarında bazıları Mart ayında Nevruz münasebetiyle yaptığı konuşmalardan da yargılanacaklar. Bunun için Mart’tan Haziran’a kadar üç ay ne için beklendi acaba?
Diyarbakır’da yarın mahkemeye çıkartılacak kişiler, eğer Kandil’de ellerinde silah veya Mahmur’da istedikleri gibi konuşabilecekleri halde kalmaya devam etseler, bugün Türkiye’de uzun yıllar cezaevinde yatacak şekilde yargılanmamış olacaklardı?
Bir devlet kendisini bu “güvenilmezlik” görüntüsünü verecek hale nasıl düşürebilir?
***               ***           ***
Bir yandan da Diyarbakır’da pek yakında KCK duruşmaları başlayacak. İddianameden bölümler her gün medya sayfalarına düşüyor.  Bunlar arasında Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Türkiye’de bir siyasi parti genel başkanı olduğu sırada kendisiyle görüşen Ahmet Türk’le yaptığı konuşmalar da çarşaf çarşaf yayımlanıyor. “Ortam dinlemesi” yoluyla elde edilerek iddianameye alınan bilgiler.
Bunların arasında dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner’in yani devletin çok üst düzey bir yetkilisinin bazı PKK yetkilileriyle yaptığı görüşmeler de var.
Bu iddianamenin mantıki sonucu, Irak Cumhurbaşkanı’ndan MİT Müsteşarı’na uzayan bir yelpazede birçok ismin de, KCK sanığı seçilmiş belediye başkanlarının ve onlarca sanığın yanına dikilerek yargılanmaları olması gerekir.
Adı geçen tüm isimlere, Celal Talabani ve Ahmet Türk gibileri başta olmak üzere baktığınızda, Türkiye’de PKK’nın yürüttüğü silahlı mücadelenin sona erdirilmesi ve Kürt sorununa barışçıl yoldan “siyasi çözüm” bulunması için çaba gösterenler olduğunu görürsünüz.
PKK ile irtibatlandırılan bir iddianamede bu isimlerin kamuoyunun hedef tahtasına yerleştirilmesi ne anlama geliyor peki?
Kürt sorununa barışçıl çözüm arayan kanalların dinamitlenerek havaya uçurulmasından, o kanalların tıkanmasından başka bir anlam taşıyor mu?
Bir yandan da, 11-17 arası 1500 çocuk “taş atma” eyleminden ötürü “örgüt üyeliği”nden ötürü ağır ceza tehdidi altında aylardır Diyarbakır cezaevinde. Bunlardan 32’si başka cezaevlerine dağıtıldı.
TBMM’den durumu düzeltecek yasa bir an önce çıkmazsa, bu yüzlerce çocuktan PKK’nın “müstakbel silahlı güçleri” üretilecek. Zaten PKK’nın en önemli kadro kaynağı 12 Eylül rejiminin Diyarbakır cezaeviydi.
Bu “bölge fotoğrafları”nı alt alta toplarsanız, buradan bir “devlet aklı” çıkmaz. Çıkmıyor. Hiçbir tür “akıl” da çıkmaz zaten.
Çıksa çıksa, devletin “savaş ilanı” mesajları çıkar.
Kürt sorununu şiddetten arındırmak için bulunan yol olarak “savaş ilanı”. 25 yılı aşkın süredir söz konusu olan zaten bu değil miydi?
***               ***              ***
Elbette ki, bu fotoğraflara bakarken, diğer fotoğrafı da gözden kaçıramayız. PKK’nın “savaş ilanı”nı.
Abdullah Öcalan’ın “31 Mayıs’tan sonra ben yokum” açıklaması “benden sonra tufan” anlamında bir “savaş ilanı” idi. Kandil de gereğini yerine getiriyor zaten. İşte İskenderun saldırısı, işte üstlenilen Reşadiye, Ladik saldırıları ve işte Güneydoğu’dan her gün sayıları artarak gelen cenazeler.
Öyle bir zaman dilimine denk geldi ki, Türkiye-İsrail ilişkilerinin görünebilir bir gelecekte tamiri imkansız biçimde hasar aldığı, Amerika’daki İsrail yanlısı çevrelerin hükümetin yıkılması için kampanyaya giriştikleri bir dönem.
PKK’nın Türkiye’ye “istikrarsızlık” yeni bir “kan banyosu”na sokacak her eylemi, doğru olsa da olmasa da, gerek Türk karar vericisi ve Türk kamuoyunun önemli bir bölümü tarafından “İsrail’in işi” olarak görülecek ve yorumlanacak. Türkiye’nin Kürtleri, giderek kabaracak bir öfkenin hedefi haline gelecek, “Beşinci Kol” muamelesi görecek.
Bu tür bir “savaş”ı Kürtler ve hiçbir örgütü kazanamaz. Altında kalırlar. Çok büyük acılar çekerler.
Kazananı olmayan bir savaş bu. Türkiye kaybeder.
Bir “bölgesel güç” ve “etkili küresel aktör” olma iddiasındaki bir ülke, kendi mutfağında yangın varken, o iddialarını gerçekleştiremez. Külah eninde sonunda ülkenin yürütme gücü olarak hükümetin kafasına geçer.
Herkesin aklını başına toplaması ve gözlerini azami dikkatle yakın geleceğe dikmesi gerekiyor.
Ve, ne yapıp yapıp “yangın”ı yayılmadan önlemek ve söndürmek gerekiyor.
“Zero-sum game”i oynayamayız. “Kazan-Kazan”dan “Kaybet-Kaybet” oyununa geçemeyiz. Hiç birimiz.
Herkese, başta hükümete ve özellikle PKK’nın kör takipçisi olmayı benimseyenlere duyurulur.
Yazarın Tüm Yazıları