Başından sonuna yirmi dakikada yürünürdü

O zamanlar otobüslerin burnu vardı. Şoför, aksırıp tıksırdıktan sonra pes edip, duran araçtan inmiş, motor kapaklarını açmış, çıkan buhara bakıp söylenmişti: ‘‘Gene hararet yaptı bu meret.’’

Bir gün önce, öğleden sonra başlayıp bütün gece süren yolculuğumuz, söylediğine bakılırsa sonuna yaklaşmıştı.

Mumcular Köyü demek Bodrum demekti. Hiçbirimiz daha önce Bodrum'a gitmemiştik. Azra Erhat'a, Eyüboğlu'na, Balıkçıya hayran edebiyat öğretmeninin bir gaflet anında önerdiği Bodrum seferindeydik.

Aylardan mayıstı. 1969'un Mayıs'ı.

Sonraları Mumcular'a gelince uyanmak gerekmediğini, o dağa tırmanan bütün otobüslerin zorunlu mola verdiklerini, Mumcular'dan Bodrum'a o yirmi kilometrenin de git git bitmez bir yirmi kilometre olduğunu öğrenecektim.

Şoförün işaretiyle yeniden otobüse doluştuk. Kıvrıla kıvrıla giden tozlu yolda ilerlemeye koyulduk. Bir dönemeç bir dönemeç daha. Son dönemeci de dönünce kale göründü: Yüzü denize dönük, her an gelebilecek korsanları kollar gibi duran kale.

Kasaba Türk ve Rum mahallesi olarak ikiye ayrılmıştı. Tez canlı Rum, ağır kanlı Türk mahallesi.

Çivit söveli, avlusu palmiyeli, kireç badana beyaz evler, Balıkçının kendi elleriyle diktiği rivayet edilen Bella Sombra ağaçlarının gölgelediği dar sokaklar, onca yolu göze alıp gelen bizim gibi gençlerin gündüzleri yayıldığı geceleri ateş etrafında mahcup mahcup ‘‘Soyun da gir koynuma tenim ilaçtır benim’’ diye biten şarkılar mırıldandığı kısa kumsal: Kasaba buydu. Bu kadardı.

Başından sonuna yirmi dakikada yürünür, sıcak basınca, kalenin altındaki kayalardan denize atlanır, yüzülürdü.

O ZAMANLAR HER ŞEY TEKTİ

Meydanda Raşit'in kahvesi vardı.

Vurgun yemiş yaşlı süngerciler, gün boyu tek kelime etmeksizin gözlerini ufka diker oturur, yerlerine süngere gönderdikleri oğullarının sağ salim dönmesini beklerlerdi. Gün batımında, açıkta teknelerin karaltısı belirir belirmez de kalkar, aksak adımlarla evlerinin yolunu tutarlardı. Kaygılandığını göstermek olmaz, deniz insanlarına kaygı yakışmaz.

Kalacak fazla yer yoktu. Ya Artemis'te kasabanın tek otelinde kalacak ya da Bodrumluların taze lavanta ve beyaz sabun kokan üç odalı evlerinin bir odasında konaklayacaktınız.

Zaten o yıllarda Bodrum'da her şey tekti:

Bir tane lokanta vardı: Körfez

Bir tane doktor: Alim Bey

Bir tane polis: Şeref lakaplı, atıyla dolaşan sonraları da romancı olan

Bir tane uç adam: Başında tüyü, gelen geçeni ‘‘huh’’ diye selamlayan

Bir tane şair: Evinde Aşıkane yazıp, dağlarda kekik toplayan

Bir tane hoca: Mina Urgan

Bir tane kızgın kor: Yeldeğirmeninde yaşayıp, bağrını rüzgára açan

Bir tane galerici: Melda Kaptan

Bir tane ressam: Sönmez

Deli fişek halam: Et yemez

Rakısını çay bardağında içen felsefeci: Hilav ve refakatçileri

Sonra Simavi, sonra Han, sonra Veli Bar; İsmet Ay'la Turgut Boralı'nın her akşam bıkıp usanmadan atıştıkları, can eriğini rakılarına meze yaptıkları o küçük bar.

Gölköyü mesken tutan Ağaoğlu ve arkadaşları, deniz üstünde tek göz odada kırk pare yorganlar diken çılgın Aysel, efsane ses Dürnev Tunaseli.

Bir de, takasız teknesiz adam olmaz diyen, bilmediği bütün dillerde şarkı söyleyen hayal dolu bir Karadenizli: Samim Baki.

Bu anlattıklarım dünün resmi.

Gidenler gitti, kalanlar kabuklarına çekildi.

BODRUM YAZA HAZIRLANIYOR

O günlerin Bodrum'unu sevenler, yoldan çıkan kızlarına kızan babalar gibi Bodrum'a küstü, onu hiç affetmedi.

Ben ihanet etmeyenlerdenim. Her yıl geldim, önce serpilmesini, sonra delirmesini izledim.

Yine mayıs, yine burada yine benim için cami yıkılsa da mihrabı yerinde bu şehirdeyim.

Bodrum yaza hazırlanıyor.

Hummalı bir faaliyet. Üç günlük tatilden yararlanıp sıkı geçen kışın evlerinde yarattığı tahribatı ölçmeye gelmiş yazlıkçılar, alel acele açılmış gece kulüpleri, havuzlarını temizlemeye fırsat bulamamış ‘‘beach’’ler, sağa sola yapıştırılmış ilanlarla kaçan ahçılarının yerine ahçı arayan işletmeler, ödedikleri kirayı üç ayda çıkartıp çıkartamayacaklarının hesabını yapan hızlı girişimciler, savaştan ötürü otellerini yok pahasına ellerinden çıkardıkları için dövünen otelciler, elleri dolu olduğundan uçan pergolanızın yerine saz koymayı öneren marangozlar, yan yana dükkanlarda bir sezonluğuna düşman kesilen dürümcüler, çorbacılar, tandırcılar, Türkçe müzik çalan, techno takılan ama sinek avlayan yerler, dilimizdeki en güzel kelimenin, aşkın adını ASHK'a çıkaran kendini bilmezler, cim karnında nokta aldıkları balıkların parmak boyuna geldiğini görüp umutlanan çiftlik sahipleri, kurada kuş uçmaz deniz görmez evler çektikleri için ellerine sövenler, şanslarına küsenler, şansın bu yaz ayaklarının dibine geleceğini farzedenler, allanıp pullanıp sokağa dökülenler, yaz aşklarının çıkmaz sokak olduğunu bilen eski kulağı kesikler, yeni yetmeler, gençler, geçkinler...

Bodrum yaza hazırlanıyor.

HEPSİNE RASTGELE

Uçaktan iner inmez çarşıya gittim. Kahvaltılık alış veriş. Sonra bir iki telefon.

Ertesi gün bayram.

Türkbükü'ne gidilecek, Melek Boz'un yerinde menemen yenilecek, üşümeyenler denize girecek, üşüyenler sadece güneşlenecek, sedirlere serilip kestirilecek, sonra tavşan kanı çaylar gelecek, tavlada mars olup denize zar fırlatan yenik pehlivanlar sineye çekilecek, batan güneşe karşı ilk kadeh içilecek ve yaza merhaba denilecekti.

Program buydu.

Uymak zorunluydu.

Uymayan afaroz ediliyordu.

Türkbükü, yılların maçakızı Ayla'sı, balıkta iddialı Melek Boz'uyla gençlerin sevgili Maki'si, bu yıl açılıp açılmadığını bilmediğim farklı tatların adresi Changa'sı biraz ileride Billi ve Kerimol'lu iki Osman barındıran Fidel'i, irili ufaklı lokantaları, eski Alarga'nın yerine açıldığı söylenen Safran'ı, Ship Attoy'uyla yazı bekliyordu.

Ne denir?

Hepsine, rastgele.

Akşam oldu. Gün boyu esen, insanı sersem eden rüzgarlar dindi. Gemicilerin söylediği gibi ‘‘hava kaldı.’’

Ürperenler omuzlarına havlular aldı.

Ertesi sabah işbaşı yapacaklar, ağır ağır toparlandı.

Mehtap çıktı.

Sofralar kuruldu, kalamarlar kızartıldı, biraz peynir, kokulu kavun, kekikli zeytinle altlık yapıldı.

Ortaya isli varil geldi: Ateş yakıldı.

Sonra, kumsaldan usulcacık genç bir adam geldi. Gitarının kılıfını çıkardı, puslu sesiyle şarkılar söylemeye başladı.

Yakup.

Adı Yakup.

Çağrılmayan Yakup.

Melek Boz

Adres: Mimoza Sokak No: 14 Türkbükü

Tel: 0 252 - 377 51 34

Adam başı 40 milyon civarı.



SAMİM BAKİ


Teknesiz adam tekinsiz olur

Dört oktavlık sesi, bitmeyen neşesi, teknesiz adam tekinsiz olur diyen, Karadenizli olmakla övünen ama ömrünü Bodrum tersanelerinde tüketen Samim bu yıl dertli.

Onu ilk kez kaygılı gördüm. Gila Benmayor'a da anlatmış, bana da yakındı.

Bu yıl yeni bir uygulamayla ticari yatlara Özel Tüketim Vergisi getirilmiş. Yatçılık yapan insanların belini büken bir vergi. ÖTV kalkmazsa, bu Türkiye'deki yatçılığın sonu olur dedi. Yunanistan'dan onların ticari teknelere sağladıkları kolaylıklardan söz etti.

‘‘Ankara sağır, kimseyi duymuyor’’ diye ekledi.

Kendisi de denizci olan ve milletvekili seçilip Ankara'ya gidene kadar sektörün içinde bulunduğu zorlukları her fırsatta anlatan Cengiz Kaptanoğlu'nun sesinin soluğunun çıkmadığını söyledi.

Ona Edgar Faure'u anlattım. Fransızların rüzgar nereden eserse oraya dönmesiyle tanınan, o yüzden de ‘‘Rüzgar gülü’’ adını taktıkları başkanlarını.

Hazret, eleştirilerden bunalınca,

‘‘Ben dönmüyorum ki’’ demiş

‘‘Rüzgar dönüyor.’’

Samim'ciğim anlaşılan Ankara'dan bizim bilmediğimiz rüzgarlar esiyor.
Yazarın Tüm Yazıları