The Marmara’da Mine’nin romanını konuşurken hiçbir şey yiyemedik

Çantamı yan tarafa bırakıp kollarımı kaldırdım: Hazırım. Güvenlik girişine adım attığım anda zillerin çalacağına, görevlilerin bir kez daha geçmemi rica edip sonunda üstümü arayacaklarına eminim.

Üzerimde ne kemer tokası, ne bozuk para, bir gram bile metal olmasa bu hep böyle.

Herkes geçer, ben öterim.

O yüzden zorunlu olmadıkça girişinde arama - tarama yapılan yerlere gitmemeye çalışıyorum. Haklı gerekçeleri olduğunu bilsem de 'The' Marmara Oteli'ndeki cafe de bunlardan biri.

Her gidişimde uzun süredir rastlamadığım arkadaşlarıma rastlamama, salatalarına bayılmama, yaz aylarında terasında oturup gelen geçeni izlemenin, kış aylarında porto içmenin keyfine rağmen Taksim'de buluşulacaksa başka bir yerde buluşmayı yeğliyorum: Sırf bu azaba katlanmamak adına.

Oysa o gün bir mucize oldu. Ne ziller çaldı, ne insanlar dönüp yüzüme baktı, ne de enseme bir çift sorgulayan bakış yapıştı. Ben de herkes gibi rahat rahat, gürültü çıkarmadan içeri girdim. Artık bilmiyorum ben mi değiştim bu sistemler mi gelişti?

İçeride bildik kalabalık. Sakin sakin gazetelerini okuyanlar, hızlı hızlı yemeklerini atıştıranlar, filmlerin başlama saatini kollayan sinemaseverler, ağızlarını bıçak açmayan yıllanmış çiftler, bir an olsun susmayan geveze gençler, yalnızlığını bir fincan kahveyle paylaşan yaşlı müdavimler... Boş yer yok.

ROMANDA HEM CİNAYET VAR HEM DE KIYAMET

Tam ne yapsam diye bakınırken iki kişi kalktı, pencere önündeki masa boşaldı.

Oturdum: Mine'yi bekliyorum.

Sabah konuşurken Boğaz'da buluşalım diye ısrar ettim. Baharın geldiğinden, mor sümbüllerin, erguvanların güzelliğinden söz ettim. Kandıramadım. Önce yazısını yazacak, sonra benimle buluşacak, ardından başka bir iş yapacaktı. Boğaz uzaktı.

Mine böyledir: Önceliklerini bilir. İstanbul'a iş için gelmişse başkadır, tatil için gelmişse başka. Birinde siz ona ayak uydurursunuz, diğerinde size canı feda.

Bir süre önce Paris'ten aradığında, sonunda romanını bitirip yayınevine teslim ettiğini, okumam için bana da bir kopya göndereceğini söylemişti. Mayıs başında kitap çıkmadan İstanbul'a geliyordu. O zaman buluşur uzun uzun konuşurduk. İşte o gün, bugün.

Sonra OM Yayınları'ndan eve büyük bir zarf geldi. Açtım: Üstünde büyük harflerle BİR GÜN, GECE altta onun adı: MİNE G. KIRIKKANAT.

İki yıla yakın bir süredir bu romanın üstünde çalıştığını biliyordum. Hatta bir iki kez konusunu sormaya yeltenmiş, söylemek istemediğini sezince üstelememiştim. Tanıdığım en konuşkan insanlardan Mine, iş yazdıklarına gelince sır küpü oluyordu.

Eh, o kadar kusur kadı kızında da olur.

Sonra, Radikal Kitap romandan küçük bir parça yayınladı. İçimden 'Polisiye yazmış' diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Çok da yanılmamıştım. Gerçekten de kitap Paris'te işlenen bir cinayetle başlıyor ama ilk sayfalardan sonra okur, bir cinayetle değil bir kıyametle karşı karşıya kalıyor. Yakın gelecekte hepimizin kaçınılmaz olarak yaşayacağı bir kıyametle. Bangır bangır geliyorum diye bağıran İstanbul depremiyle.

Romanı elime geçtiği gün okumadım. Pazar sabahına, geniş zamanlara sakladım.

Mine o kadar akıcı bir dille o kadar sarsıcı bir kitap yazmış ki arada durmak, soluklanmak isteseniz de olmuyor. Kitap sizi bırakmıyor. Korkarak, kahrederek, ürpererek son satırına kadar okuyorsunuz. İşin garibi bittiği zaman da bitmiyor: Sizi günlerce izliyor.

İNSANLAR MİNE'YE DİŞ BİLEYECEK

‘‘İnsanlar bu kitaptan hoşlanmayacak, unutmak istediklerini, göz ardı ettiklerini onlara hatırlattığı için Mine'ye diş bileyecekler’’ diye düşündüm.

Haksız sayılmam. Ama belli ki Mine de bu kitabı beğenilsin diye değil duyulsun diye yazmış. Bana sorarsanız bir roman yazmamış bir çığlık atmış.

Ben daha okuduklarımın etkisinden kurtulamadan Bingöl depremi oldu. Titredim.

Her müsibetten ancak cılız nasihatler çıkaran ülkemizde gene aynı şeyler konuşulmaya başladı. Yara sarmalar, suçlu aramalar, bundan böyle alınacak önlemleri sıralamalar.

Arada da sesini duyurmaya çalışan birkaç ciddi bilimadamı.

Bir akşam televizyonda Prof. Celal Şengör'le Mustafa Akdik'i konuşurlarken dinledim. Genellikle bilimle kurgu örtüşmez. Ama bu kez onların da Mine'nin romanında çizdiğine benzer felaket tablosu çizdiklerini, depremin kitapta da sözü edilen bağımsız Türkiye'nin sonu olabileceğini söylediklerini duydum.

Kulaklarıma inanamadım. Ben kitabın bu bölümünü fazla abartılı bulmuştum.

Elbet ne Mine ne de bıkıp usanmadan gerçeklerle yüzleşmemiz gerektiğini söyleyen bilimadamlarının derdi bizleri korkutmak, yıldırmak değil.

Olsa olsa biraz sarsmak, daldığımız bu derin uykudan bir an önce uyandırmak.

Peki ama ne yapacağız? Doğanın hışmıyla nasıl başa çıkacağız?

Gelir gelmez Mine'ye bunları soracağım.

Bir bira söyledim. İlk yudumumu almadan onu gördüm. Taksiden indi, hızla bana doğru geldi. Sarıldık.

Önce biraz Paris haberleri, sonra İstanbul muhabbeti. Laf döndü dolaştı BİR GÜN, GECE'ye geldi, bağlandı.

‘‘Nasıl yazdın’’ diye sordum.

Hırpalanarak, çoğu bölümünü de ağlayarak yazmış. Bu konuda bir kitap yazma düşüncesi aklına Yalova depreminden, orada oğlunun yakınlarını kaybettikten sonra gelmiş.

YEMEKLERE NEREDEYSE DOKUNMADAN KALKTIK

Fransa'ya döndükten sonra bu konuda uzanabildiği her şeyi okumuş, uzmanlara sormuş, sonra yazmaya koyulmuş.

Yazdıklarımın yüzde yüzü gerçekleşecek diye bir şey yok ama büyük bir yüzdesini yaşayacağız, dedi.

Bu aymazlık böyle sürerse İstanbul'u yıkım, ölüm, yangın, talan, salgın hastalıklar bekliyor, diye devam etti.

Olmayan afet planımızdan Avrupa'nın vermeye hazır olduğu ama gerekli ön çalışmalar yapılamadığı için alamadığımız yüz milyon Euro’ya yakın paradan, kitap bastırıp gazetecilere yollayan, afiş bastırıp duraklara asan belediyeyle bu işin altından kalkamayacağımızdan ve o yıkımın altında sadece İstanbul'un değil bütün Türkiye'nin kalacağından söz etti.

Ne mi yapmalıydık?

Sorgulamalı, bıkmadan, usanmadan, unutmadan her gün bu konuda neler yaptıklarını yetkililere sormalıydık.

Sokak sokak, mahalle mahalle hazırlanmalıydık.

Çıkmamız gerekiyordu. Önümüzdeki yemeklere neredeyse el sürmeden kalktık. Mine işine gitti. Ben Dolmabahçe'ye doğru yürümeye başladım. Bir gazete bayiinin önünde durakladım. Tempo Dergisi'nin kapağında iri puntolarla İSTANBUL UYUMA DEPREM KAPIDA yazıyordu.

Uyanmalıyız, diye düşündüm. Uyanmalı ve mümkünse uyandırmalıyız. Hamasi nutuklara, boş sözlere, sığ çekişmelere, yapay gündemlere kulaklarımızı tıkamalı ve uyandırmalıyız.

Geç olmadan.


BİR GÜN, GECE'DEN ONUNCU GÜN


Meşum bina da artık yoktu

‘‘Bir zamanlar kentin en işlek kavşaklarından biri olan boşluk, zaten meydan sayılmazdı artık. Savaş alanı gibi delik deşik, bir yıkım tarlasından ibaretti. Eskiden (ne kadar eskiden?) gökdelen bir otelin yıkıntısı hemen tüm alanı kaplamış, önündeki parkı engebeli arazi yapmış, halk sanat merkezi ise kendi bahçesine çöküp kalmıştı. Daha ileride, bir zamanlar İstanbul göğüne uğursuz bir lahit gibi yükselen, o her yerden görünen kızıl çatılı meşum ve hayasız bina da artık görünmüyordu. Çağırdığı ölüm onu da çökertmişti...’’

Bilmem burayı tanıyabildiniz mi?
Yazarın Tüm Yazıları