“Bağımsız yargı”nın ürettiği hukuk kaç para ediyor?

Babam hukukçuydu. Ankara Hukuk Fakültesi mezunu.

Haberin Devamı

Benim dünyanın farkına vardığım sıralarda bir kamu kuruluşunun beş kurucusundan biri ve “Hukuk İşleri Müdürü” idi. Devlet memuruydu.

Annem de hukukçu. İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu. O da bir devlet dairesinde avukattı.

Sağım solum hukukçu doluydu. Büyük halamın kocası çok önemsenirdi, çünkü Yargıtay üyesiydi. O vakitler “Temyiz Mahkemesi” denirdi belirgin bir saygı çağrışımıyla. Küçük halamın kocası da avukattı. Teyzem ve eniştem de hukukçu. İstanbul Hukuk Fakültesi’nden. Babamın kuzenleri de, biri İstanbul, diğeri Ankara Hukuk Fakültesi mezunu, iki avukat.

Çocukluğumda evde tartışma eksik olmazdı. Babam ile annem arasında izledikleri davalara ilişkin görüş alışverişleri, genellikle görüş ayrılığına yol açar, annem İstanbul Hukuk Fakültesi’nin Ankara’ya üstünlüğünü vurgulayarak haklı çıkmaya çalışırdı. Her ikisi de ünlü hocalarına atıfta bulunur, iyi birer hukukçu olduklarını hocalarının ismiyle kanıtlamak isterlerdi.

Haberin Devamı

En yakın arkadaşları okul ve sınıf arkadaşları olduğu için, evimize girip çıkan insanlar, bizim ailece misafirliğe gittiklerimizin ezici çoğunluğu da hukukçuydu.Çocuk kafamla dünyada hukukçuluktan başka bir mesleğin ne olabileceğini merak etmeye başlamıştım.

Çevremdeki hukukçu bolluğu beni farklı olmaya yönlendirmişti. Babamın hukukçu olmayan ender ahbaplarından Mülkiye rozetli olanlar ilgimi çekmişti. Üzerinde Türkiye haritası olan MM (daha sonra SBF) rumuzlu Mülkiye rozeti daha çocukken ceketimin üzerine iliştirmeyi kararlaştırdığım gelecek tercihim haline gelmişti.

Mülkiye’yi yani Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanmak çocukluk rüyalarımın gerçekleşmesi oldu. Yine de hukuk kuşatmasından tam olarak çıkamadım. Mülkiye’de birçok hukuk dersi vardı ve üstelik 1961 Anayasası’nın yapımında rol alan ülkenin en ünlü hukukçuları hocam oldular. Dahası, Hukuk Fakültesi mezunları fark sınavı vererek Mülkiye mezunu olamıyorlardı ama biz, fark sınavı vererek Hukuk mezunu olabiliyorduk.

Hayatımın hukukla sarılması bir şekilde devam etti...

Haberin Devamı

***        ***      ***

Üniversitede hukuk derslerinden aklımda bugüne dek kalan, hocalarımızın çeşitli hukuk sorunlarını anlattıkları her dersin sonunda söyledikleri “Bu konu doktrinde ihtilaflıdır” hükmü idi.

Yani “hukuk”, hernekadar bir “dogmalar bütünü” ise de, “dogmalar”a ilişkin olarak kaçınılmaz biçimde “yorum farkı” devreye giriyordu.

Üniversite bittikten sonra da “hukuk”la ilişkim kopmadı. Üniversite yıllarından başlayarak “sanık” sıfatıyla adliye koridorlarını epey arşınladım. Bir dönem ceza hukuku konusunda bayağı bilgi sahibi olmuştum. Aradan geçen yıllarda babamın sınıf arkadaşları bugünkü HSYK’nın o dönemdeki babası olan Yüksek Hakimler Kurulu ve ayrıca Yargıtay ve Danıştay üyeleri olmuşlardı.

Haberin Devamı

“Yüksek yargı”yla tanışıklığım da bir hayli eskilere gider.

Zaten, babamın koyu CHP’liliği, arkadaşlarının bir bölümünün CHP Milletvekili, bir bölümünün de 27 Mayıs askeri darbesi sonrasındaki Kurucu Meclis üyesi olmalarından ötürü, darbeci Milli Birlik Komitesi üyeleriyle de ahbaplık kurulmuştu.

Teyzem ile eniştem de daha sonra TİP (Türkiye İşçi Partisi) kurucuları içinde yer aldılar. Ankara’da 1960’lı yıllar boyunca bizim ev ve yakın dost çevresinin evleri, 27 Mayıs’çı askerler, CHP’liler, yüksek yargı mensupları, büyük bürokratlar ve hatta kendisini sosyalist sayan TİP’lilerin düzenli buluşma mekanlarıydı.

Çocukluğum ne ölçüde “hukukçu kuşatması” altında geçti ise, ilk gençlik yıllarım “asker-yargı bürokrasisi-CHP-bir tür solcu ittifakı”nın tezahürlerine tanıklık ile geçti. “Atatürkçülük” ortak paydasında, bu değişik varsayılan siyasi ve mesleki ve hatta ideolojik çevreler arasında geçilmesi zor sınırlar yoktu.

Haberin Devamı

“Schengen bölgesi” gibiydiler. Galiba esas itibarıyla yine öyleler.

***              ***         ***

2010 yılına geldik. Yukarıda anlattığım uzun “Soğuk Savaş yılları” sona ereli 20 yılı geçti. “Küreselleşme” çağındayız. Önceki hafta Ankara’da “Abant Platformu”na bir panel yönetirken, solumda Prof. Eser Karakaş “Hukukun rekabete açılması” başlıklı bir tebliğ sunuyordu. Eşinin yanından, Strasbourg’dan geleli bir kaç saat olmuştu. Eşi, Prof. Işıl Karakaş, Türkiye’nin AİHM’deki (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) yargıcı.

Dikkat ettim, Eser Karakaş önüne bir sürü istatistik sayfası dizmişti. Strasbourg’da AİHM’den edinmiş. Konuşmasında Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği’ne girmesinden bu yana yatırım malları ve ara malları ihracatı ve ithalatına ilişkin rakamlar verdi ve bunlara dayanarak “Türkiye imalat sanayi küresel rüştünü ve meşruiyetini ispat etmiştir” dedi. AİHM istatistiklerine bakarak, aynı şeyi Türkiye’de “üretilen hukuk” için söyleyemeyeceğini belirtti.

Haberin Devamı

Türkiye’nin AİHM’e “bireysel başvuru hakkı”nı kabul ettiği (demokrasimize Turgut Özal katkısı) 1987 ile 2008 arasında geçen yaklaşık 20 yıl içinde AİHM başvurularında Türkiye uzak ara birinci durumda.

İnsan hakları ihlalleri başvurularında Türkiye’yi son bir yıl içinde geçen sadece Rusya var. Türkiye’den AİHM’e başvuru sayısı rekor düzeyde. 10,000’den fazla dava bekliyor. Bunların 1939’u karara bağlanmış ve 1676’sı, yani yaklaşık yüzde 90’ı hakkında AİHM “ihlal” bulmuş.

Aynı süreler içinde ardında 40 yıla yakın bir faşist dönem bulunan İspanya’dan gelen başvuru sayısı ise 61; anlayın artık.

Yani, Türkiye “evrensel hukuk” ölçüleri içinde Avrupa nezdinde “rüştünü ispat edememiş” bir ülke. Birilerinin “bağımsız yargı” dediklerinin “ürettiği hukuk”, AİHM’e rekor başvurunun da kaynağı.

Artık öyle, Ankara Hukuk mu, İstanbul Hukuk mu, o hoca mı, bu hoca mı; hangi hukuk doktrini; bunlar ölçü değil. “Nasıl bir hukuk?” konusunda “evrensel” ölçüler var.

 “Küreselleşme çağı”nda adama sorarlar: Sizin “bağımsız yargı”nın “ürettiği hukuk” kaç para ediyor?

Sordurtmamak gerekir. Bunu dedirtmemeli.

AİHM giden rekor sayıda insan hakları ihlali kararı üreten bir yargının mutlaka değişmesi gerekiyor.

Yazarın Tüm Yazıları