“Normalleşme” yolunda “anormal” durumlar

Dış politika ritmini kaybederse önceki gün ve dün yaşanan gelişmelere benzer sonuçlar ortaya çıkar. Amerikan Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nin bir oylaması 23-22 gibi bir sonuç verince, Türkiye Washington Büyükelçisi’ni “istişare maksadıyla” geri çağırır, sabah ilk iş Dışişleri Bakanı basın toplantısı yapar ve “hiçbir şartla Türkiye’nin baskı altına alınamayacağını” söylemek gereği duyar.

Haberin Devamı

Bunlar, öyle bir sonuç doğunca tahmin edilebilir ve beklenen tepkiler. Zaten “sorun” da orada, Türk dış politika söyleminin “konvansiyonel söylem”e geri dönmesi, yani yıllarca temcit pilavı gibi tekrarlanan basmakalıp açıklamaları tekrar arşivden çıkartmak zorunda kalması.
Bu tür cümleleri sarf etmek için Dışişleri Bakanı’nın isminin Ahmet Davutoğlu olması gerekmiyor. Kendisinden önceki bütün dışişleri bakanları, Ermeni soykırım tasarısı Komite’den geçtiği vakit, beş aşağı beş yukarı benzer cümlelerle tepki verirdi.
Türkiye-Ermenistan arasındaki “normalleşme” sürecindeki tıkanıklık ve buradan hareketle Diaspora’nın bildik mekanizmaları çalıştırarak konuyu Amerikan Kongresi’ne getirmesi, Ahmet Davutoğlu’nun selefleriyle arasındaki farkını da silmeye başladı.
Davutoğlu şöyle dedi: “Dünkü gayrı ciddi, komik düzeyde yapılan oylamanın bu meselenin çözümü için ne kadar yanlış bir yol olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu görüntü, parlamentolar üzerinden tarihi yargılamanın ne kadar yanlış olduğunu gözler önüne sermiştir. Bir oy, bu tarafta olsaydı tarihin akışı değişmiş olurdu. Ve bir danışman, bir Temsilciler Meclisi üyesine ‘yes’ değil de ‘no’ fısıldamış olsaydı, bu oylama farklı çıkacaktı. Tarih o kadar gayrı ciddi alınabilir mi?”
Parlamentolar üzerinden tarihi yargılamanın yanlışlığı dışında, Dışişleri Bakanı’nın sözleri pek inandırıcı gelmiyor. Aynı mantıkla bakarsak, oylamanın Türkiye’nin istediğine uygun biçimde 23-22 sonuçlansı, “gayrı ciddi” ve “komik” olmamış mı sayılması gerekecekti?
Davutoğlu’na göre öyle. “Bir oy, bu tarafta olsaydı, tarihin akışı değişmiş olurdu” diyor. Yok, öyle olmazdı. Çünkü, tarihin akışı, Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde bir oyla değişmeyecek kanunlara tabidir. Bunu herkesten daha fazla Prof. Davutoğlu’nun bilmesi gerekir.
***                       ***                     ***
Ama Dışişleri Bakanı Davutoğlu olduğunuzda böyle konuşmak gereği doğuyor. Çaresiz. Zaten daha önce de benzeri cümleler işitmiştik. 2007 yılında aynı Komite’de oylama sonucu, daha da büyük farkla, 27-21 istenmeyen biçimde çıktığında, Başbakan Tayyip Erdoğan, “Tasarı geçerse, ABD bölgedeki çok önemli müttefiğiyle ortaklığında kayda değer azalma görür. Ermenistan da olumlu açılımlar ihtimalini kaybeder” demişti. Egemen Bağış daha da öteye gitmiş, “Müttefiklerimiz işlemediğimiz suçlarla hakaret ediyorsa, çabamızın yararını sorgulamaya başlarız” diye konuşmuştu. Ahmet Davutoğlu, o kadar ileri gitmedi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 2008 Eylül’ünde Erivan’a giderse, 2009’un 10 Ekim’inde “Protokoller”i imzalarsanız, hemen ardından Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan Bursa’ya gelirse ama bu gelişmelerin devamında altına “ön şartsız” imza koyduğunuz “Protokoller”i fiilen ve alenen Karabağ gibi doğrudan taraf olmadığınız bir konuya bağlayarak “Normalleşme”nin yolunu tıkarsanız;  Ermeni tasarısının Amerikan Kongresi’ne getirilmesinin kurdelesini de kesmiş olursunuz.
Ardından gelsin klişe cümlelerle, Büyükelçi geri çağırmak gibisinden dış politikada “konvansiyonel söylem ve eylem”e dönüş.
Türkiye-Ermenistan “normalleşmesi” doğru dürüst yürüse ya da yürütülseydi, söz konusu tasarının Amerikan Kongresi’ne getirilmesi söz konusu olamazdı. Bunu herkes biliyor.
Bu hükümet, eş zamanlı ve heyecan verici birçok “açılış” ya da “açılım” yapıyor ama ucunu açık bırakıyor. Türkiye-Ermenistan “normalleşmesi”nin başına da o geldi. “Kürt açılımı” diye başlayan da “tıkanıklık” istikametinde yol alıyor. Bu, ayrı bir konu ama “açılım” başarabilen ama “açılım” yönetemeyen bir hükümetin genel performansı bakımından hatırlatıp, geçelim dedik.
***                ***               ***
Türkiye, Amerikan Kongresi’ndeki “Ermeni soykırımı tasarısı” vartasını, dün de belirttik, 2010’da da atlatacak gibi. Komite’den 23-22 ile geçen bir tasarının, Genel Kurul’da oylamaya sunulma ihtimali de zayıf, oylansa bile –şayet Obama ya da yönetim bir nebze ağırlık koyarsa- geçmesi ihtimali daha da zayıf.
Fakat Türkiye’nin eninde sonunda tasarının geçmemesiyle elde edeceği “dış politika başarısı”, bu yapılırken yitirilecek “ahlâki üstünlük” diye tanımlanacak İngilizcesi ile “moral highground”da bulunamayacak olmasıyla gölgelenecek.
Türkiye’nin yanında Amerikan silah sanayi var. Bir Amerikalı lobi yetkilisi (Kevin Bogardus), “Birçok Amerikan şirketinin Türkiye ile işi var. Ülkenin en önde gelen savunma sanayindeki iş adamları, eğer tasarı Kongre’den geçerse Türkiye ile milyarlarca dolarlık işimizi kaybederiz” diye alarm zilleri çalıyor. Pentagon mutlaka devreye girecektir.
Bu arada İsrail lobisinin en ateşli, sağcı kesimi olan ve ABD-İsrail arasındaki silah anlaşmalarıyla yakından ilgili JİNSA da Türkiye’den yana.
Başkan Obama’nın seçim kampanyasında “Ermeni Soykırımı’nın bir iddia, bir kişisel görüş ve bir bakış açısı olmadığına inanıyorum. Tersine, muazzam bir tarihi belge yığını tarafından desteklenen belgelenmiş bir gerçektir. Başkan olarak Ermeni Soykırımı’nı tanıyacağım” demişti.
Başkan Obama, Amerikan Başkanı olarak Realpolitik’in de dikte ettiği olgulara göze almak zorunda. Tasarının Temsilciler Meclisi’nden geçmemesi için harekete geçerken, bunun Soykırım olduğuna inanmadığı için değil, inandığını söylemenin ABD’ye siyasi yarar sağlamayacağını düşündüğü için öyle yapacak.
Yani, Temsilciler Meclisi’nde söz konusu tasarı yasalaşmayınca, 1915’in “Soykırım” olmadığını dünyaya ilân etmiş olmayacağız. “Jeopolitik avantajımıza dayalı ABD üzerindeki şantaj politikamız”ın başarısını ilân edebileceğiz.
***                             ***                    ***
Gelinen noktada, asıl önemli kurban Türkiye-Ermenistan arasındaki “normalleşme”nin bilinmeyen bir bahara kalması. Bu işleri çok yakından izleyen ve her iki taraf arasında gidip gelen bir “aktör” dün bana “Normalleşmenin en iyimser tahminle 2012’den önce mümkün olamayacağını” söyledi.
Agos gazetesinin son sayısının başyazısının başlığı “Normalleşme.” Başyazı önceki günkü oylamadan önce yazılmış. Son bölümünü birlikte okuyalım:
“… Türkiye hem içerde hem dışarıda hızla normalleşiyor… Normalleşmenin becerilemediği tek alan ise geçmiş. Türkiye kendi tarihine bakarken hâlâ ‘askeri’ metaforların esiri olmaktan kurtulamıyor. Hem o geçmişi yorumlarken, hem de o geçmişi bugüne adapte etmenin siyasetini ararken pazarlığa, şantaja, kendi gücüne, ‘rakibi’ olarak algıladıklarının güçsüzlüklerine dayanmaya çalışıyor. Böylece, ‘normalleşme’yi ararken ‘normal’i olanaksız kılıyor.
Soykırım meselesinde normalleşme, önce, yaşanmış olanı, herhangi bir tanıma kurban etmeden kabullenmeyi gerektiriyor. Normalleşmenin önce kendi vicdanımızda yaşanması gerekiyor. Ama Türkiye henüz bu noktada değil. Her alanda yüzleşmeye çalıştığı o askeri zihniyetin kendi kimliğiyle ilişkisini irdelemeye hazır değil. Belki de süreç, bu kez tersine işleyecek. Soykırım meselesi bir normalleşmenin sonucu olarak değil, normalleşmeyi derinleştiren bir unsur olarak hayatımızda kendine yeni bir yer bulacak.”
Belki de.
Durum budur.


 

Yazarın Tüm Yazıları