O gün tanıştılar, bu yazının adını koydular: Aşka aşık adamlar

Efe kabul etmiş. Yavuz olur demiş. Lokanta seçimi Efe'nin. Düşünüp arayacak. İyi. Zaten nereye gidersek gidelim iyi bir yemek yiyeceğimiz kesin.

Efe'yi her ne kadar tanımıyorsam da o kadarını biliyorum. Zaten yazacağım yazı da neredeyse hazır: Farklı kuşaklardan, tanışmayan, şu an hiçbir benzerliklerinin olmadığını bilsem de o an için birinin fotoğrafının ötekinin arabı olduğuna emin olduğum iki kişiyle yemek yiyeceğim.

Daha ne isterim?

Efe arayıp, Mövenpick Oteli'ni önerdiğinde, duraksadım. İstanbul'da gidilecek bunca lokanta varken, ara sıra sinemaya gittiğim, acıkınca da bir şeyler yediğim, açıkça otel müşterileriyle sinema seyircilerinin doldurduğu otel lokantasında ne işimiz olduğunu kestiremedim.

Oysa sözünü ettiği, henüz resmi açılışı bile yapılmamış, İstanbul'daki yeni Mövenpick Oteli. Doğru ya, diğerinin adı uzun süredir Mövenpick değil.

Sekiz buçukta, girişteki barda buluşacağız. Ben erken gittim.

Bilenler bilir, barlar yalnız insanlar içindir. Ve bar deyince benim aklıma Ömer Uluç'la Bukowski gelir.

Mövenpick Oteli'nin barı, yeni açıldığından mı, aydınlatmasından mı, pencereden bakınca karşınıza çıkan Sabancı Kuleleri'nin ışıltılı ağırlığından mı nedendir bilinmez insanın yalnızlığını törpüleyen bir bar değil. Neyse ki Efe gecikmedi. Beni hayatta sevindiren tek hediyeyle geldi.

Yavuz'u bekledik. Beklerken bir içki içtik.

Uçak kalkmadan beş saat önce havaalanına giden, buluşulacaksa en az bir saat önce huzura gelen Yavuz, o gece gecikti. Bahanesi hazır: Eve gitmiş, ceket giymiş. Oysa o da ben de, adımız gibi biliyoruz ki İndochine'den çıkamamış. İndochine Yavuz'un, dünyanın dört bir yanından topladığı antika ve mobilyaları sattığı son oyuncağının adı.

Yemeğe geçtik.

Azzure, Mövenpick Oteli'nin iddialı lokantası: Fransız mutfağı. Geniş bir şarap mönüsü de var. Ve bana sorarsanız fiyatlar ortalama bir Fransız şarabı için oldukça pahalı.

Yemeklere gelince; Efe, başlangıçmış, ana yemekmiş fark etmez dedi ve Steak Tartare istedi. Yavuz Osso Bucco'da ısrarlı. Ben, beyaz domatesli bir başlangıç, sonra da bildiğimiz bonfile yedim. Hepsi güzeldi.

Ama daha da güzeli, farklı dünyalardan farklı zamanlardan gelen iki insanın birbirlerini tarttıktan sonra kurdukları ortak dildi.

Erkekler ya, baktılar ortada muğlaklık var, yazının adını da kendileri koydular: Aşka aşık adamlar.

Çıkmadan, dönüp sordular. Ne yazacaktım? Bilmiyordum.

Doğru mu? Doğru.


YAVUZ DEMİR


Şeytan tüylü, ayrık otu arkadaşım


Onu sanırım ilk kez 1980'li yılların ortasında Bodrum'da gördüm. Bir lokantada itiş kakış tam karşımızdaki masaya kurulmuş, yüksek sesle konuşuyor, garsonlara sataşıyor, gelen geçen arkadaşlarıyla şakalaşıyordu.

Bizim masaya da bir iki laf attı.

Tanışmıyorduk. Aman kalsındı.

Benim sevmediğim bütün erkeklik hallerini kuşanmış gibiydi: kurumluydu, yukardandı, yanındaki güzel kadınlara sadece güzel oldukları için süs bebeği muamelesi yapıyor, en kötüsü de her gün boy boy resimlerinin çıktığı dergiler aracılığıyla yaşadığı renkli hayatı Türkiye'nin geri kalanıyla paylaşıyordu: Beyaz geceler, kalabalık davetler, çıkılan geziler. Hálá öyle.

Gençlik bu ya, ben de o yıllarda ilk bakışta insanları şıp diye tanıdığıma inanırdım. Uzun söze gerek yoktu, görünen köy kılavuz istemezdi: Yavuz Demir benim dünyamın insanı değildi. Hálá da değil.

O günlerde biri çıkıp yirmi yıl sonra Yavuz'un arkadaşım olacağını söylese harhalde kahkahalarla gülerdim.

Uzun süre hiç karşılaşmadık. Sonra, yıllar sonra rastlantının böylesi dedirten bir nedenden ötürü kendimi Yavuz'un Bodrum'daki evinde buldum. İncelikle döşenmiş çok şık bir evdi. Demek ki zevkliydi. Bizi ancak gönül insanlarında görülen bir sıcaklıkla karşıladı. O kısacık ikindi diliminde konukseverliğini, bir de bahçede koşturan Tokaz'la içeride usul usul kitap okuyan Melissa'ya

-torunlarına- nasıl baktığını gördüm. Dünya bir yana benim dünyam bu yana.

Arkadaşlığımız kolay kurulmadı. İki kirpi gibiydik. Ben bardağın boş yanına bakan kötümserler gibi Yavuz'un dolu yanını görmek istemedim. O yıllar sonra itiraf ettiği gibi, kır saçlı bir cadıya hangi elini göstereceğini bilemedi.

Bir gün, oyunun bittiği, süngünün düştüğü bir gün, arkadaş oluverdik. Şimdi karşıma biri çıkıp, yıllar önce benim yaptığım gibi Yavuz'daki görüneni anlatsa gık çıkarmadan dinlerim. Yavuz'u sevmek için ya onun hovardaca herkese sunduğu dünyasından hoşlanmak ya da kimseciklere göstermediği yüzünü tanımak gerekir derim.

Ayrıca tanımak da ne demek?

Yıllar önce, ilk görüşte herkesi iliğine kadar tanıdığını sanan ben, şimdi biliyorum ki tanımak için bir ömür vermek gerek. O da yeterse.

Şeytan tüylü, dövüşe doymayan, ayrık otu arkadaşım benim.

Bilmem seni biraz olsun anlatabildim mi?


EFE ÖNBİLGİN


Bir ateş topu


İlk kez Efe'nin adını kimden duydum, şimdi hatırlamıyorum. Ama geçen yıl o sıralar yeni tanışacağı evle ilgili bir iki konuyu görüşmek için buluşmuştuk. Onu ilk kez görüyordum. Şaşırmıştım.

Evet CNN Türk'ün başında cevval, genç bir yöneticinin olduğunu biliyordum da bu kadarını beklemiyordum. Fazla gençti.

Dayanamayıp çenesi düşük insanlar gibi yaşını sormuştum.

Hani tuhaf bir adınız vardır da tanıştığınız herkes anlamını sorup sizi canınızdan bezdirir, üstelik açıklamanızı da ister, işte Efe de sesinden silemediği bıkkınlıkla cevap vermişti. Çilesinin bitmediğini nerden bilecek? İkinci kalıp cümlem de hazırdı: ‘‘Daha genç gösteriyorsunuz.’’

Geçen akşam da aynı şey oldu. Yavuz geldi, Efe'yle tanıştı. Önce biraz hoşbeş sonra aynı soru, aynı şaşkınlık, aynı tepki.

Efe'ye baktım. Zaten gençken genç görünmenin zorluğunu anladım. Hep rüştünü ispat etme zorunluluğu. Yorucu.

O an düşündüm.

Romanlarda ölümsüzlüğe ya da ebedi gençliğe mahkum kahramanlara rastlanır ya, ender olsa da gerçek hayatta da böyle insanlar vardır. Gençlik onlara yapışır, bırakmaz. Nedense Efe de bana bu büyülü insanların soyundan geliyor gibi geldi. Kimilerine haşin, kimilerine hoyrat davranan zaman nedense bu insanlara dokunmaz. Yaşıtları yaşlanır, onlar genç kalır. Bir nimet mi bir lanet mi, yaşayan bilir.

Onu tanıdığım gün sabırsızlığına da tanık olmuştum. Ev tutulmuştu, taşınılacaktı ya, hemen o anda her sorun çözülmeliydi. Üstelik istediği gibi. Bana kalırsa en az bir aylık iş vardı: Bir hafta sonra taşındığını duydum.

Genellikle insanların sakladıkları özelliklerini sakınmadan söyleyen biriydi. Evet hırslıydı, evet başarıyı seviyordu. Bilenmişti, geliyordu.

Aslında ben alıcı kuşlardan çok hoşlanmam. Sayılamayacak kadar çok paranın, kendinden menkul bir iktidarın bedelinin ağır olduğunu düşünürüm. Ama misket gibi parlayan gözleri mi, kırılgan gülümsemesi mi, sonradan öğrenilmediği belli olan nezaketi mi neden bilinmez, Efe'nin farklı olduğunu düşündüm. Hálá da öyle düşünüyorum.

Her ne kadar o kendini hırslı diye tanımlasa da artık biliyorum: Efe bir ateş topu.

Hem yanan, hem yakan.
Yazarın Tüm Yazıları