Bilirsiniz bir renk, bir koku, bir tını, yarım kalmış bir cümle ya da bir hikaye

Uzun, çok uzun süreden beri bu kadar güzel bir yemek yememiş, bu kadar güzel bir gün geçirmemiştim. Nedenini soracak olursanız size tam olarak anlatamam.

Hani kimi romanlar vardır. Yıllar sonra ne kitabın adını ne de yazarını hatırlarsınız, ama okuduğunuz bir bölüm aklınızdan çıkmaz.

Ya da kimi filmler: Başını da, sonunu da, konusunu da unutursunuz ama bir sahne gözünüzün önünden gitmez.

İşte böyle günler de vardır.

O günü bunca özellikli yapan şeyin adını koyamazsınız.

Bana soracak olursanız, ortada adı konulacak, elle tutulur bir neden de yoktur. Ama bilirsiniz. Küçük küçük yığınla şey bir araya gelmiştir. Gene bilirsiniz: Bir renk, bir koku, bir pırıltı, bir tını, yarım kalmış bir cümle ya da uzun sürmüş bir hikaye ileride size bu günü hatırlatacaktır.

Bilirsiniz de, dile getiremezsiniz.

Bugün de, böyle bir gündü.

Pazar buluşacaktık. Hava muhalefeti vardı. Olmadı.

Pazartesi dedik, denk getirip beceremedik.

Sonunda, kara, tipiye fırtınaya aldırmadık.

Sözleştiğimiz gibi, Dada'ya gittik.

Dada da, topu topu...

Dört kişiydik. Ahmet Tulgar, ben, Gülsün Sami bir de Sebati. Ahmet'le buluşacağımız belliydi. Ama Gülsün'ün işi çıkabilirdi, fotoğrafları çekmeye Sebati'nin yerine tanımadığım biri gelebilirdi, günlerdir yağan kar dinebilir, Anwer Brahim yerine başka müzik çalabilir, yemek sası, şarap kekee, içimizden biri nezle hatta aylardır gitmek isteyip de bir türlü gidemediğim Dada; mor duvarları, salkım kristalleri, varak iskemleleri ve nedense oturduğum an, kendimi Madame Re'camier hissetiğim kanapesiyle ondokuzuncu yüzyıldan fırlamış da gelmiş rokoko bir mekán olmayabilirdi.

AHENK DİYE BUNA DERİM

Hayır oldu. Her şey denk geldi.

Zaten ahenk dediğimiz de bu değil mi?

Gittiğimizde Gülsün oradaydı. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü Gülsün Dada'nın işletmecisi.

Şöyle bir düşündüm de yıllarca Gülsün nereye gitmişse ben orada bitmişim.

Gün olmuş, -horozlar ötmeden- yorgun argın, nikbin bitkin dememiş kazandaki son mercimek çorbasını içmeye ve ‘‘Elbette fırtınalardan geçtik’’ diyen Jacques Brel'i dinlemeye, gece olmuş tek başıma ama en az üç beş arkadaşımla karşılaşacağıma adım kadar emin -öyle de olmuş nitekim- dans etmeye gitmişim.

Geçen yaz, Karaada'daydı. Ben orada.

Şimdi burada, Dada da ya,

Ben huzurlarınızda.

Sonra Ahmet geldi. Derken Sebati. Oyalanmadık. Boğaz'a bakan değil düpedüz Boğaz kokan masamıza geçtik.

Unutmayın burası, burası yani Dada lokantası. Ortaköy'deki Balyan yalısı.

Laf lafı açtı. Gülsün doğduğu şehri, büyüdüğü semti, yaşadığı Asmalı Mescid'i anlattı. Fikret Adil'den bu yana her şeyin ve hiçbir şeyin değişmediği Asmalı Mescit'i.

Sebati'nin Akademi'yi yirmi bir yılda bitirdiğini öğrendim. Bir de okula birlikte başladığı arkadaşlarıyla, mezuniyetinden az önce onun hálá öğrenci, berikilerin öğretim üyesi nasıl yemek yediklerini. Sağında profesör, karşısında dekan. Hepsi sınıf arkadaşı.

BEN KISKANCIMDIR

Sonra Ahmet. En çok Ahmet.

Neler konuşmadık ki?

Ama ben kıskancımdır. Sevdiğim insanların bırakın sırlarını gelişigüzel laflarını bile kendime saklarım.

Ahmet'le konuştuğumuz yüz konunun bilin ki doksan dokuzu benim. Biri sizin.

Kendini hırpalama pahasına, gazetecilik yaptığı bunca yıldan sonra, hálá savunmasız, hálá parasız, hálá yüzü gülerken içi titreyen, hálá diğerlerinin hak diye gördüğünü ancak savaşarak kazanacağını zanneden benim iyimserlik abidesi arkadaşım sonunda roman yazmaya başlamış. Om Yayınları'ndan çıkacakmış.

Bir de nedendir bilinmez, bit pazarlarına dananmış.

Ahmet'in Milliyet gazetesindeki söyleşilerini biliyorsunuzdur. Sanırım o, bu alanda da tek erkek. Ben onun söyleşileri kadar, o söyleşilerde çektirdiği fotoğrafları da çok seviyorum. Yanındaki kim olursa olsun Ahmet hep aynı Ahmet. Sokak arasında maç yapmış da iki gol atmış erkek çocuğu gibi. Yaka paça bir yerde, suratta muzip bir gülümseme.

‘‘Sen olsan, kendine ne sorardın’’ dedim. Düşündü. ‘‘İçimle nasıl başa çıktığımı sorardım’’ dedi. Soruyu sordu, ama cevabını vermedi.

Benim seçtiğim bütün yemekleri o yedi.

Sonra, bir oyun oynadık.

Lokantanın adı Dada ya, bildiğim kadarıyla Dada'nın kurucusu Tristan Tszara Birinci Dünya Savaşı'nın ortalığı kasıp kavurduğu günlerde (1916-1917 olmalı) nispeten korunaklı ülkesinde -İsviçre'de- bu anlamsız savaşın Avrupa'ya ait bütün değerleri yerle bir ettiğini düşünmüş. O zaman anlamlı şiir yazmak kadar anlamsız bir iş olamaz demiş. Aklına gelen sözcükleri küçük kağıtlara yazmış ve bir torbaya atmış. Tek tek çekmiş, yan yana dizmiş, ‘‘Buyurun beyler işte şiir budur’’ demiş. Biz de öyle yaptık.

Hepimiz, Dada'nın çalışanları da o an aklımıza gelen sözcükleri kağıtlara yazdık, karıştırdık çektik. Ortaya Dada üstüne Dada'da Dada yöntemiyle yazılmış şu ‘‘dizeler’’ çıktı.

Su sakin

Boğaz siyah

Lenin türevi kar

Siyah kedinin ayak izi

Mum sıcak anne

Huzurlu, puslu mor kadın

Şarap

Kristal

Ev.

Nasıl? Güzel olmadı mı?
Yazarın Tüm Yazıları