“Ahlâksız” ya da “çifte ahlâk ölçülü” dış politika olmaz

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önümüzdeki hafta İstanbul’da yapılacak İslam Konferansı Örgütü toplantısı için gelecek olan “Sudanlı konuğu”nu kollayan açıklaması doğru değil.

Niye doğru değil?
Çünkü daha iki gün önce Ankara’da kendi söyledikleri açısından tutarlı değil.
Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin “tutturduğu yön” ile ilgili olarak “Türkiye’nin değerleri hangi istikamette gitmektedir?” sorusunu ortaya atmış ve buna “demokratik değerler, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, şeffaflık, hesap verebilirlik, kadın-erkek eşitliği, serbest piyasa ekonomisinin işlerliği” karşılığını vermişti.
Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in bunların herhangi bir tanesi ile yakından uzaktan ilgisi yok. Olmayabilir. Netice itibarıyla, bir ülkenin dış politikası özel olarak “ulusal çıkar” genel olarak ise “Realpolitik”e göre biçimlenebilir. Ancak, Ömer el-Beşir 4 Mart 2009’da Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararı ile “insanlığa karşı suç işlemiş” bir “savaş suçlusu” ve hakkında tutuklama kararı mevcut.
Böyle bir kişi ile bin dereden su getirip ilişkide olmanın Türkiye’nin ne ulusal çıkarları ile ne de “Realpolitik” zorunlulukları açısından bir mantığı bulunmuyor.
Avrupa Birliği’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında tutuklama kararı çıkarttığı Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in ziyaretiyle ilgili Türkiye’ye nota vermiş olmasına, Abdullah Gül’ün “ziyaretin AB’yi ilgilendirmediği” tepkisi ve “El-Beşir özel bir ziyaret için geliyor” açıklaması, kabul edilebilir nitelikte de değil, haklı da değil.
AB, Türkiye’nin “katılım sürecinde Avrupa Birliği politikalarıyla uyumlu olmayı taahhüt ettiğini” hatırlatıyor. AB’den gelen bu “uyarı”da bir yanlışlık yok. Ömer el-Beşir ziyareti AB’yi pekalâ ilgilendiriyor. Ama öncelikle bizleri, bu ülkenin vatandaşlarını ilgilendiriyor.
Türkiye, “insanlığa karşı suç işlemiş” kişilere kucak açacak bir ülke görüntüsü vermeli midir?
***               ***              ***
Ömer el-Beşir dediğiniz, Darfur’da 300 bin kişinin öldürülmesinden ve 2 milyonu aşkın kişinin zorla yer değiştirilerek “etnik temizlik”e uğratılmasından sorumlu görülen bir general-devlet başkanı. Bir cunta lideri.
Bosnalı Müslümanlara karşı “soykırım-etnik temizlik” politikalarından dolayı Sırp liderler Slobodan Miloşeviç ve Radovan Karaciç gibilerinin uluslararası adalet önüne çıkartılmasını savunacaksınız, iş Ömer el-Beşir gibi birine gelince duracaksınız. Olmaz.
Ömer el-Beşir’in “İslamcı” olmaktan gayrı, özünde Miloşeviç ve Karaciç gibilerle bir farkı yok. Üstelik, kanına girilen yüzbinlerce kişi, yerinden yurdundan edilen milyonlarca kişi, yani Darfurlular da Müslüman.
Ömer el-Beşir’in daha önce iki kez Türkiye’ye geldiği hatırlatılabilir ama bence uygunsuz o ziyaretler, hiç değilse Mart 2009’dan yani Ömer el-Beşir için Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında “Yakalayın, o insanlığa karşı suç işlemiştir!” hükmüne vermesinden önceydi.
Denebilir ki, Türkiye, Uluslararası Ceza Mahkemesi sözleşmesine taraf değil. Bir kere, “uluslararası hukuk”a güvenen, güvenmesi gereken bir ülke olarak bir an önce taraf olması gerekir. Zira tam 139 ülke taraf. Kaldı ki, taraf olmasa bile söz konusu mahkemenin “moral ağırlığı”nı reddedemez ve kaçamaz. Dahası taraf olmasa bile, Türkiye, Türk Ceza Kanunu’nun 13.maddesinde atıf yaptığı insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçu gibi suçlarda “evrensel yargılama yetkisi”ni kabul etmiştir. Dolayısıyla, Uluslararası Ceza Mahkemesi sözleşmesine taraf olmaması, bu noktada tümüyle “formel” bir konudur ve Ömer el-Beşir’i kabul etme “ayıbı”na meşruiyet sağlamaz.
Ömer el-Beşir, hakkında tutuklama kararı çıktıktan sonra sadece 7 ülkeye gidebilmiş: Eritre, Mısır, Libya, Katar, S.Arabistan, Etiyopya ve Zimbabve. Türkiye, 8. Olacak.
Ancak, bu Türkiye, yeni dış politika yönelimlerini hararetle savunduğumuz vakit, hiç unutmadığımız özelliklere sahip; Avrupa Birliği’nin katılımcı ülkesi, BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi, NATO üyesi. Yani, “kurumsal ilişkiler” ile içinde bulunduğu “aile”, Zimbabve, Sudan gibi dışa kapalı, Libya, Eritre, Etiyopya, vs. gibi uluslararası sahnede hiçbir ağırlığı ve olumlu etkisi bulunmayan ülkeler ile aynı aile değil.
Türkiye’yi yeni Ortadoğu mimarisi ve ötesinde cazip kılan onun “soft power” özellikleriyle bir “bölgesel güç” konumuna oturması. Ama “bölge”nin Türkiye’ye yönelik bu algılamasında, Türkiye’nin bir “potansiyel AB üyesi” olmasının her bir bölge ülkesi açısından “dayanılmaz çekiciliği”ni göz ardı edemeyiz. Yani, Türkiye, Ömer el-Beşir olayında AB’nin altını çizdiği değerlere sırt çevirerek, “Sudancılık” yapıyor görüntüsüyle bölgesel fiyakasını sürdüremez.
Türkiye, tüm bölge ülkelerinin –rejimleri ve halkları- nezdinde onlardan “farklı” olduğu için, ayrıca, bir “cazibe merkezi”dir. Kendisini Zimbabve, Eritre vs. ile aynı dalga boyunda eşitleyen bir ülkenin öyle bir cazibesi kalır mı?
***                ***            ***
Uluslararası Ceza Mahkemesi Koalisyonu adı altında bir araya gelen bir dizi kuruluşun dün yayımladığı açıklamada şu satırlar dikkat çekici ve yerden göğe kadar haklı:
“Davos’ta ‘Gazze’de çocukları öldürenleri alkışlamanın insanlık suçu olduğunu’ ifade eden bir Başbakan ile Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası platformlarda uluslararası adaletten bahseden hükümet yetkililerinin Darfur’da gerçekleştirilen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları nedeniyle uluslararası bir mahkemede hesap vermekten kaçan bir kişiye ev sahipliği yapıyor olması hiçbir koşulda kabul edilemez.”
Sudan’da petrol kokusu alan ve “Batı normları”na kulak asma gereği pek duymayan Çin gibi otokratik rejime sahip ülkelerin Ömer el-Beşir ile ilişkide olması Türkiye’ye emsal teşkil etmemelidir. “Realpolitik” ile “Moralpolitik” arasında bir ayar tutturmak kolay olmuyor ama Türkiye son zamanlarda Başbakan’ın ağzından bu ayarsızlığı fazlaca yapmaya başladı.
Örneğin, İran ile herkesten farklı bir ilişki tutturmanın Türkiye açısından anlaşılabilecek ve savunulacak bir yana elbette var ama Ahmedinejad’dan “dostum” diye özel bir vurgulamayla söz etmenin hiç yok.
Aynı şekilde, Sudan’ın bir İslam ülkesi olması ve Türkiye ile diplomatik ilişkilerinin bulunması, Darfur’da yüzbinlerce insanın –Müslüman- kanını dökmüş bir “savaş suçlusu”nu bağrına basmasını gerektirmiyor.
Bosna’daki savaş sırasında Balkan ülkeleri toplantılarında Slobodan Miloşeviç’i, Radovanr Karaciç’i, Ratko Mladiç’i Türkiye’de ağırlamayı düşünmek neyse, şimdi de, Ömer el-Beşir’i hangi gerekçeye sığınırsanız sığının Türkiye’de “Devlet Başkanı” olarak ağırlamak da o.
Artık bu çağda, dış politika, rakamlar ve savunulabilir tezlerin yanı sıra bir nebze “ahlâk” da gerektiriyor.
Yazarın Tüm Yazıları