O gece Loft, Kopenhag’daydı

Habire saatime bakıyorum. Sekiz çeyrek, sekiz buçuk. Geç kalmaktan, birilerini bekletmekten ödüm kopar. Üstelik ‘‘Biraz erken buluşalım, rahat rahat konuşuruz’’ diyen benim. Geciken gene ben.

Gıdım gıdım ilerleyen taksinin içinde kararımı verdim: Ya kalıp çıldıracağım, ya inip Açık Hava Tiyatrosu'na kadar koşacağım. İndim. Birkaç metre koştuktan sonra sigarayı bırakmaya ve bütün topuklu ayakkabılarımı atmaya ant içtim. Bir yandan hızlı hızlı yürüyor bir yandan düşünüyorum: Zeynep benim otuz yıllık arkadaşım. Birbirimize nazımız geçer. Ama Tuncer'i Zeynep'le tanıdım ben. Üstelik Almanya'da okuduğunu, uzun yıllar orada yaşadığını biliyorum. Hatırlayın lütfen, Alman felsefesinin ağır toplarından İmmanuel Kant, tam yirmi beş yıl boyunca her sabah üniversiteye gitmek için yola çıktığında, mahalleli ‘‘Herr Kont geçti’’ der saatlerini ayarlarmış. Gerçekten. Durdum durdum, geç kalınacak randevuyu buldum.

Öte yandan içimde cılız da olsa bir umut: Belki onlar da gelmemiştir kimbilir? Biraz koşmaktan, biraz utançtan alım al morum mor Loft'un kapısına vardığımda yarım saat gecikmiştim. Hafifletici sebeplerimi bir bir sıraya dizdim, olanla ölene çare yokmuş deyip içeri girdim.

Kalabalıkta Zeynep ile Tuncer'e bakınıyorum. Upuzun barın ucunda mırıl mırıl konuştuklarını görünce rahatladım. Bilirsiniz birini tek başına beklemek başka şeydir, çift başına beklemek başka. Konuşacak çok şeyin olduğu biriyle beklemekse bambaşka.

Rahatladım ya: İnsanı deli eden trafikmiş. Çırağan Sarayı'nın önü Çanakkale olmuş geçilmezmiş hepsini bir kalemde sildim. Zeynep'e sarıldım. Onu her görüşümde etrafa yayılan bahar kokusunu sanki unutmuştum. Hatırladım.

O gece inanmayacaksınız ama Loft Kopenhag'daydı. Yazar, çizer, gazeteci, diplomat neredeyse her masada o gün biten zirvenin sonuçları konuşuluyordu. Kimine göre zafer, kimine göre hezimet.

Yirmi yıldır Avrupa Birliği konusunda çalışan, düşünen, yazan hatta bu günlerde Hürriyet gazetesinde bu konuda bir sayfa hazırlayan Zeynep, çok bilen az konuşur misali fazla yorum yapmadı. Sadece bir ara yan masada yüksek sesle atıp tutan birini dinledi. ‘‘Yanılıyor Figen’’ dedi. Sonra 13.12.2002 diye tarih atıp imzaladığı son kitabını verdi.


Leziz ve şaşırtacak kadar ucuz


Loft New York'takilere benzeyen bir lokanta. Böyle olması da doğal, çünkü hem sahibi hem mutfak dahil lokantanın her ayrıntısıyla inceden inceye uğraşan Umut Özkanca ve dekorasyonu gerçekleştiren Nazlı Gönensay New York'ta okumuşlar. Umut Bey İstanbul'a döndüğünde düşlediği gibi bir yer açmak istemiş. Ortaya geniş, ferah, işlevsel ve bana sorarsanız çok şık bir lokanta çıkmış. Bu kadarı bile gitmek için yeterli. Ama asıl şaşırtıcı olan yediğiniz kalitedeki yemek için ödediğiniz fiyat. Biz o gece üç kişi, salatası, eti tatlısı bir şişe de Fransız Pinot-Noir şarabı için 130 milyon lira ödedik. Kahve de cabası.

İstanbul'a şık, leziz ve lezizliği oranında bu kadar ucuz bir yer kazandırdığı için Umut Özkanca'ya, duvarlara astığı devasa iki Botero için Nazlı Gönensay'a bir de kendisine ayırdığı masayı bize vermek inceliğinde bulunan büyük patron Rasim Özkanca'ya teşekkür ederim.


Tel: 0.212 219 63 84/85/86

Adres: Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı (Açık Hava Tiyatrosu Karşısı)

Rezervasyon: Şart. Şu aralar yukarıda saydığım nedenlerden ötürü 15 gün sonrası için masa ayırtabiliyorsunuz.

Fiyatlar kişi başına: 30 milyon.



Çok şey ama herşeyden önce anne


‘‘Oğluma Avrupa Mektupları’’ kırmızı okuma kurdelasını taktığı gün Ali Sinan'ın bile rahatlıkla anlayabileceği bir dil ve yirmi yılın birikimiyle yazılmış yirmi mektuptan oluşuyor.

İlk mektup: ‘‘Meis'teki horozların şarkısı ile Kaş'takilerin türküsü birbirini kucaklar. Meis'te ötenler Avrupalıdır. Kaş'ta ötenler ise kimine göre Asyalı kimine göre Ortadoğulu, Akdenizli bile değil. Avrupalılık tanımının sınırları işte böyle keyfi çizilmiştir küçüğüm’’ diye başlıyor. Yaklaşık iki yüzyıl süren Batılılaşma serüvenimizi, AB maceramızı kılçıksız, masalsı bir dille anlatıyor. Son mektup ise gelecekten.

Birkaç satırda ne Zeynep'i ne de bugüne dek yaptıklarını anlatabilirim. İyisi mi kitabın kapak fotoğrafına bakmayı deneyeyim. İpuçları oradadır kimbilir? ‘‘Kumda yürürken akan zamanın farkına varılır’’ dediği kumsalda, tek sınırın ufuk çizgisi olduğu denize karşı, güzel yüzü oğluna dönük oturmuş çok şey ama her şeyden önce anne olan arkadaşım.


ZEYNEP'İN MUTFAĞINDAN KEREVİZ GRATEN

2 orta boy kereviz ince ince dilimlenir, kararmamaları için limonlu suya konur. Buharda pişirildikten sonra bir bezle kurulanır. Diğer yanda 50 cl. taze krema sütle sulandırılır. 200 gr. rendelenmiş gravyer peyniri, muskat, tuz, karabiber karıştırılır. Fırına giren bir kaba, bir sıra kereviz, bir sıra sos olmak üzere döşenir. En üste biraz gravyer peyniri konup, önceden ısıtılmış (180 C) fırında 35 dakika pişirilir. Et ve av etlerinin yanında verilir.


TUNCER ÇAKMAKLI


Hayata geçirilen her fikir biten bir ütopyadır


Her mimarın vurulduğu bir malzeme vardır derler. Bir de düşlediği ütopyalar. Ben bu listeye, kulağında bir müzik, gözünde bir renk vardırı ekleyebilirim. Bizim buralarda sıkça örneğini gördüğümüz türden değil ama bilinen anlamıyla mimarlık zor iştir çünkü. İçinde rengi, sesi, dengeyi barındırır. Tuncer iyi bir mimar. Orası kesin. Söyleyenlerin yalancısıyım: Ahşap onunla konuşurmuş. Ütopyalara gelince, ‘‘Gördüğün her sorun için ürettiğin her fikir, hayata geçirildiğinde biten bir ütopyadır’’ diyor. Bir değil, bin ütopyası olduğundan söz ediyor. Yüksek öğrenimi için gidip uzun yıllar kaldığı Almanya'dan döndükten sonra Tünel'deki ofisinde mimari projelerin yanı sıra, iç-mimari, tasarım, kentsel planlama, restorasyon gibi geniş bir alanda ekibiyle birlikte çalışıyor. Mimar Sinan Üniversitesi'nde mimari proje dersleri veriyor. Bir de güldüğünde, gözlerinin içiyle gülüyor.
Yazarın Tüm Yazıları