Obama diplomasisine, Türkiye'nin katkısı olabilir mi

Starco binası, Beyrut’un geleneksel Yahudi semti Naci Abu Cemil’in hemen altında. Naci Abu Cemil, kentin en güzel, Osmanlı-Arap-Akdeniz, bir başka deyişle Levant mimarisinin en iyi fark edildiği köşelerinden biri. Hemen yanı başında Serail, Beyrutluların dilinde Saraya, eski ve görkemli bir Osmanlı yapısı daha: Başbakanlık merkezi. Fuat Siniora’nın yeri.

Haberin Devamı

Starco’yu ilginç kılan, dile kolay 15 yıl süren iç savaşın en şiddetli çatışmalarının yaşandığı kesiminde bulunan yüksek bir bina olmasına rağmen tek bir isabet almamış olması. Bir kurşun deliği, bir şarapnel izi bile yok koskoca binada.

Starco’nun en üst katında hafta sonu olmasına rağmen 100 dolayında kişi Gazze sonrasındaki gelişmeleri tartışmak amacıyla toplanmışlar, düzenlemeyi yapan; Hareket-ül Teceddüd el-Dimokratiyye. Demokratik Yenilenme Hareketi. Bir sürü kamera ve yazılı basın mensubu.. Zira, Hareket’in lideri Nesib Lahoud, ülkenin parlamento çoğunluğunu oluşturan 14 Mart Hareketi’nin cumhurbaşkanı adayı idi, şu andaki ulusal birlik koalisyonunda (Hizbullah hükümeti geri döndü) devlet bakanı. Demokratik Yenilenme Hareketi’nin kurucusu ve lideri o.

Haberin Devamı

Nesib Lahoud Hıristiyan olmakla birlikte, bir Sünni ile evli ve o yolla Suudi Arabistan Kralı Abdullah ile de bacanak. Dolayısıyla Suudi sarayıyla gayet yakın ilişkide. Bizlerden ziyade onun varlığı, toplantıya çeşitli bakanları, milletvekillerini, çeşitli farklı eğilimlerden Lübnanlıları ve medyayı çekmişti. Yine de benim anlatacaklarıma dikkat kesildiler. Çünkü, Türkiye, Gazze’de 22 gün süren kan banyosu sırasında Tayyip Erdoğan’ın konuşmaları sayesinde İsrail’de ne kadar irtifa kaybetmişse, Lübnan’da hemen herkes nezdinde bir o kadar kazanmışa benziyor.

Türkiye’nin Gazze sırasında Tayyip Erdoğan üzerinden ortaya koyduğu “performans” Lübnan’da genel olarak “Osmanlı’nın bölgeye geri dönüşü” gibi yakıştırmaları, olumlu bir vurguyla bir kez daha sık sık işitilir hale getirmiş.

Gazze sonrası, Türkiye’nin Lübnan fotoğrafı gayet iyi.

 

***

 

Türk hükümetinin Gazze bunalımı sırasında izlediği politikayı genel Ortadoğu politikası kontekstinde inceler ve anlatırken Ahmet Davutoğlu’nun geçen haftaki brifingdeki söylediklerini “kavramsallaştırarak” aktardım; “Türkiye’nin AB yolu ve NATO üyeliği dış politikasının sabitleridir (constant), değişkenleri (variable) değildir. Türkiye, Batılı bir ulus, coğrafyasının bir bölümünün, tarihinin ve bazı kültür kodlarının bölgede bulunmasının idrakinde bir dış politika izliyor” mealinde konuştum.

Haberin Devamı

Emekli büyükelçi-köşe yazarları içinde meslektaşlarını uzak ara geride bırakarak yol alan Temel İskit, dün “Başına buyruk dış politika” başlıklı yazısında, “Başbakan’ın Brüksel ziyareti başta Hamas rengine boyandı. Daha sonra asıl amacına, AB üyeliği için güven tazelemeye yöneldi. Komisyon yetkililerinin ve bazı Avrupa Parlamentosu sözcülerinin ifadeleri hükümetin AB yolundan dönmediği konusunda şimdilik ikna oldukları intibaını veriyor. En azından teşvik edici olmayı kuşkuculuğa tercih etmişe benziyorlar. Hatta Ollie Rehn, ‘Eğer her gelişinde AB-Türkiye ilişkileri bu kadar sıçrama yapacaksa, Erdoğan buraya daha sık gelmeli’ diyerek abartı sınırında bir memnuniyet gösterdi” diye yazdı.

Haberin Devamı

Ortadoğu’daki Türkiye için de durum aslında pek farklı sayılmaz. İsrail karşıtıysanız, Tayyip Erdoğan ve onun temsil ettiği Türkiye, Gazze’yle birlikte Ortadoğu’nun ufuklarında bir yeni Osmanlı güneşi gibi doğdu gibisinden “abartı sınırını da ihlal eden” memnuniyet ifadelerini duyabilirsiniz. İsrail yanlısıysanız Başbakan’ın belirgin “Hamasperestliği”ne bakarak ve İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin sayesinde hasar gördüğünü dikkate alarak, Türkiye’nin bundan sonra Ortadoğu barış girişimlerinde fazla bir rolü kalmayacağını ileri sürebilirsiniz. Zira Türkiye, İsrail nezdinde güvenilirliğini kaybetmiş demektir.

Bizim yaptığımız ise Temel İskit’in AB konusunda Avrupalıların Başbakan’a yaklaşımına uygun. Yani, şu aşamada “en azından teşvik edici olmayı kuşkuculuğa tercih etmek”ten yanayız.

Haberin Devamı

Temel İskit’in şu satırlarının altına ise aynen imzamızı atıyoruz:

“... Gazze’deki tutumumuz sadece Ortadoğu’daki rolümüzün değil Batı içindeki konumumuzun dahi sorgulanmasına yol açtı. AB adayı Türkiye için ‘stratejik önem’ faktörünün ve aktif dış politika gütmenin bir değer ifade edebilmesi için bazı hususların göz önünde tutulması gerektiği açık.

Bunların başında, izlenen politikaların ait olduğumuzu kabul ettiğimiz Batı camiasınınkilerle en azından genel çizgileriyle uyumlu olması geliyor. Evet, Türkiye’nin İran dahil komşularıyla iyi ilişkiler sürdürmesi mutlaka gerekli. Ama bu tarz ilişkileri Batı’ya bir meydan okuma şeklinde sunmakla mensubu olduğu Batı ailesinin de çıkarına olacak bir uzlaşma amacıyla kullanmak arasında çok fark var.”

Haberin Devamı

Mesele bu. Hamas’a ilişkin olarak da yapılması gereken bu.

Nitekim, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Brüksel dönüşü beraberindeki gazetecilere yaptığı açıklamadaki Hamas’a mesafe koyan, hatta eleştirel tavır alan sözleri, Türk Ortadoğu politikasında geçen haftalarda kaçan ayarın yeniden yapılmaya başlandığını gösteriyor olmalı.

 

***

 

Hamas, sadece Filistin halkının bir parçası, üstelik Gazze’de özellikle güçlü bir parçası olmakla kalmıyor, kökleri hayli derinlere giden bir bölgesel olguyu ifade ediyor. Hamas, 1927’de Mısır’da kurulan, tarihi önderliği hâlâ Mısırlı olan ama bölgenin her yanına -Sünni toplumlara- yayılmış olan Müslüman Kardeşler örgütünün Filistinli kolu.

Hamas’ı kendine özgü kılan, Müslüman Kardeşler’in Filistin dalı olması. Bu, onun “İslamcılığı”nın yüksek dozda “Filistin milliyetçiliği” ile bulanmasını sağlıyor.

Yok varsayamazsınız. “Süreç”e dahil edilmesini engelleyen iddialar da çok güçlü değil. Hamas liderlerinin beyanları, İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi halinde “iki devletli” çözümü zımnen kabul ettiğini gösteriyor. İsrail’i tanıma yerine önce “tahdiyye” (ateşkes durumu) ve “hudna” (bir tür mütareke) gibi İslami anlam yüklü deyimlerle siyasi pozisyon belirliyorlar. Ama bunlar da İsrail’in varlığını zımnen kabul anlamına geliyor ve 1988’de Filistin Kurtuluş Örgütü’nün durumu da bundan pek farklı değildi.

Hamas’ı yok sayarak, Filistin sorununda yol alamazsınız. Fakat, Filistin halkı Hamas’tan ibaret değil, hatta Hamas’ın Filistin halkının çoğunluğunu temsil ettiği dahi kuşkulu.

Bu durumda, yapılacak iş, bir tür “imkânsız çaba” gibi gözükse bile “Filistin ulusal birliği” ve bu yolla barış müzakerelerinde “temsil yeteneği güçlenmiş, birleşik bir Filistin pozisyonu”nun oluşması için çaba harcamak, ayrıca Hamas ile yakın ilişkilere sahip olmanın çekini, Obama nezdinde bozdurmak olmalıdır.

Bütün bunlar, Filistin Yönetimi (Fetih), Mısır, S.Arabistan ve Ürdün ile yakın ilişkiler korunarak ve eşgüdüm içinde yapılmalıdır.

Türkiye’nin bir vade içinde “İsrail kartı”nı kaybetmiş olmakla birlikte, Obama diplomasisi zemininde ve Ortadoğu’da oynayabileceği olumlu rol devam ediyor. “İsrail kartını kaybetmiş olmak” ile Obama diplomasisine olumlu katkıda bulunmak, paradoksal gözükse de Türkiye açısından mümkün. Bu kanaatimi Beyrut gözlemleriyle de besleyerek günlerdir yazıyorum.

Nasıl mı oynayabilir?

Başa dönün, yazıyı bir kez daha okuyun...

Yazarın Tüm Yazıları