TRT-Şeş: “Devrimci” adımın şerefi Turgut Özal’a ait…

Devletin TRT-Şeş (6) kanalında Kürtçe yayına başlaması nedeniyle önceki gün attığım Kürtçe yazı başlığında hata yapmışım. “Hayırlı” anlamına gelen Kürtçe kelimeyi “Xêr” diye yazacağıma “Xîr” diye yazmışım. “Xîr” meğerse “hırıltı” anlamına geliyormuş. İyi ki “Xır” yazmamışım, o pek müstehcen bir sözcük imiş.

Haberin Devamı

Daha çok kısa bir süre önce TBMM zabıtlarına “bilinmeyen bir dil” diye geçen, Yüksek Seçim Kurulu’nun birkaç gün önce siyasi propagandanın Kürtçe yapılmasına koyduğu yasak nedeniyle hâlâ “yasaklı dil” kategorisinden tümüyle çıkamamış bir dili bilmeyen benim gibi birisinin iyi niyetli girişiminde yanlış yapması sanırım mazur görülür.

TRT,2009’un ilk günü itibarıyla Kürtçe yayına geçmiş olduğuna göre, artık mazur görülemeyecek olan Kürtçe’yi baskı altında tutmaya devam eden uygulamalar olmalı.

Böylesine uygulamalara işaret ederek, TRT’nin Kürtçe yayınına mızıkçılık yapan Kürtlerin tavrının da pek mazur görülecek yanı yok. TRT, Kürtçe yayına başladıktan sonra, Kürtçe yasaklarının iskambil desteleri gibi birbirlerinin ardından yıkılması kaçınılmaz. Bunu görmek bilgelik gerektirmiyor.

Haberin Devamı

Kürtçe’ye ilişkin son günlerin gelişmeleri bilgi dağarcığımızı da geliştiriyor. İyi niyetle Kürtçe kullanımına kalkışıldığı anda Başbakan’ın da nasibini aldığı hatalar sayesinde hafiften Kürtçe öğrenmeye başladık.Kürtçe’de kullanılan x,w,q gibi Batı dillerinde bulunan harflerin alfabede yer alması, ancak Batı dillerinden kimi durumlarda farklı sesleri ifade etmesi, sesli harflerin üzerine konulan inceltme işaretleri, onca yıldır varlığı inkâr edilmiş olan Kürtlerin ana dilinin hayli kompleks özelliklerini de gün ışığına çıkartıyor.

Bu vesile ile Kürtçe’nin Latin harfleriyle yazılması için ilk öneriyi, kendisi bir Kürt olan İttihat Terakki kurucularından Abdullah Cevdet’in ta 1903’te ortaya attığını öğrendim. Kürtçe’nin Latin harfleri ile yeni ve 33 harflik bir alfabe kazanması ise 1933 yılına ait. Türkiye’yi sürgün olarak terk eden ve Şam’da yaşamaya başlayan Celadet Bedirhan, Latin harfleriyle Kürtçe alfabeyi 1933’te Şam’da oluşturmuş. Türkiye Kürtleri –ki dünyadaki toplam Kürtlerin yaklaşık yarısı- 1933’ten beri 33 harfli Celadet Bedirhan alfabesini kullanıyorlar.

Haberin Devamı

Cumhuriyet’in “Harf Devrimi”nin 1928’de gerçekleştiğine bakılacak olursa,Türkçe ve Kürtçe’nin Latin alfabesine kavuşması arasında topu topu 5 yıl var. Bu olgu, Kürtçe’nin nasıl 75 yıl Türkiye’de ağır bir baskı altında kaldığının da delili.

TRT’nin –bir başka deyimle “devlet”in- Kürtçe yayına geçmesi, bu bakımdan milyonlarca vatandaşımızın özgürleşmesi ve Türkiye kültürüne yapacakları muazzam katkının önünü açması demek. Kürtçe televizyon, bunların yanı sıra, toplumun “ulusal birliği”nin pekişmesi açısından da olağanüstü bir değer ifade ediyor.

İşte kıyamet kopmadı. Kürtçe yayının başlamasıyla birlikte –Deniz Baykal hariç- ülkeye hissedilir bir ferahlama ve iyimserlik havası yayıldı.

Haberin Devamı

TRT’de Kürtçe televizyon yayının başladığı şu günlerde, bunun gereğini ilk kez dillendiren (ve o nedenle büyük tepkiyi üzerine çeken) Turgut Özal’ı anmadan geçmemeliyiz. Tarihe haksızlık yapmamalıyız.

***                ***          ***

Yıl 1991. Ekim’in 26’sı, bir cumartesi günü öğleden sonra. Çankaya’da ikametgâhta Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın üzerinde eşofmanları, televizyonda Fenerbahçe-Trabzonspor maçını seyrediyoruz. (Fenerbahçe 4-1 kazanmıştı!)

Bu ayrıntıları gayet iyi hatırlamamın sebebi, ANAP’ı iktidar deviren ve DYP-SHP koalisyonunu iktidara getiren Süleyman Demirel’i uzun yıllar sonra bir kez daha başbakanlığa taşıyan, Erdal İnönü’nün Başbakan Yardımcısı olarak görev aldığı hükümete yolları açan seçimlerden sonraki ilk hafta sonu olması. Benim için günün unutulmazlığının asıl nedeni, Çankaya Köşkü’nde ikametgâhta ilk kez bulunuyor olmam. Turgut Özal ile makam odasında defalarca bir arada bulunmuştuk, Köşk’ün kapılarından çeşitli vesilelerle birkaç kez girmiştim ama Cumhurbaşkanı’nın yaşam alanına o güne dek hiç çıkmamıştım.

Haberin Devamı

Maçın devre arasında Turgutbey aniden bana dönerek, “Ne diyorsun, nasıl hallolacak bu mesele?” diye soruverdi.

Hangi mesele?

“Kürt meselesi!”

Gülümseyerek Turgut Özal’a “Efendim, Kürt meselesi bir lig maçının onbeş dakikalık devre arasında çözüm formülü bulunacak kadar basit bir mesele mi; ben ne cevap vereyim buna” diye sorusunu savuşturmak istedim.

Üsteledi. Üsteleyince, “Zihnimde ilk uyanan cevabı söylememin bir anlamı yok. Çünkü, size bir öneri olarak söyleyebileceğimin Türkiye’de uygulanma şansı yok” dedim.

Niye yok?

Çünkü Türkiye’nin iç siyasi dengeleri buna izin vermez. Askerler falan işte…

Söyleyecek olduğun ne ki, Türkiye’nin iç siyasi dengeleri buna izin vermesin?

Haberin Devamı

Turgutbey, doğru bildiğini hızla uygulamaya geçiren bir devlet ve siyaset adamı olarak temayüz etmişti. “Türkiye’nin iç siyasi dengeleri izin vermez” demek, âdeta onun zaten bir hafta önceki seçim sonuçlarıyla zayıflayan otoritesini hiç kaale almamak gibi çağrışım yapıyordu. Söylemekten kaçındığım şeyi haliyle kendisine yönelik bir “challenge” gibi algıladı ve üstelemeyi sürdürdü.

Dedim ki, “Hiçbir şey yapılmasa bile, TRT’nin bir kanalında Kürtçe yayına geçmesi çok anlamlı olur. Dikkat edin, Kürtçü demiyorum, Kürtçe diyorum. Elbette ki, böyle bir uygulama ne terörü sona erdirir, ne PKK’yı bitirir. Ama PKK’nın altına pek rahat hareket ettiği iklimi değiştirir. Zira Türkiye’nin Kürt vatandaşları, devlet televizyonundan kendilerine ana dilleri ile yayın yapıldığını gördükleri anda, vatandaşı oldukları devletin bunu kendilerine saygı gösterdiği biçiminde algılarlar. Devlet tarafından birinci sınıf vatandaş falan gibi, lâfın ötesinde sayılmaya, kimliklerinin kabulüne gerçekten çok ihtiyaçları var. Böylelikle, ülkedeki birlik fikrine daha yakınlaşırlar. Yapılacak iş, örneğin haber saatinde Aytaç Kardüz’ün (dönemin tanınmış bir haber spikeri) okuduğu haberlerin aynısını Kürtçe okumak, belirli saatlerde Kürtçe müziğe yer vermek filan…”

Durdum. Söz sırası Turgutbey’e geçti. “Bana bak” dedi, “Bana şimdi söylediğini, ne ima yoluyla bile olsa yazma; ne de herhangi bir yerde ima yoluyla bile olsa söyleme” dedi.

Şaşkınlıkla “Niçin efendim?” diye sordum. Cevabı daha şaşırtıcı ve kestirmedendi:

“Lâfın başında bana söylediğin sebepten ötürü. Türkiye’nin iç siyasi dengeleri, asker falan…”

Konu kapandı.

***                       ***                   ***

1992 Nisan’ında Turgut Özal, prostat kanseri teşhisi üzerine ameliyat olmak üzere Amerika’ya gidiyordu. İstanbul havaalanında uçağa binmeden önce yaptığı basın toplantısında “bomba”yı patlattı. “TRT’nin, örneğin GAP kanalında Kürtçe yayın yapabileceğini, yapması gerektiğini” söylemişti. “TRT’de Kürtçe yayın” gereğinden söz etmesi, kıyamet koparttı. Hükümetten, Mesut Yılmaz’ın başında bulunduğu ama Turgut Özal’ın kendi kurduğu, isim babası olduğu ANAP’lı muhalefete kadar Cumhurbaşkanı’na siyaset zemininden yaylım ateşi açılmıştı. Turgut Özal “sorumsuzluk”la, “ne söylediğini bilmemek”le suçlanıyordu. Ateş püskürenler arasında, hastalık nedeniyle “zihni melekelerini yitirdiğini” yani “bunadığını” ilân edenler bile çıktı.

O dönemde Sabah gazetesinde yazıyordum. Zaman ve Türkiye gazetelerinin başyazarları, iki meslektaşla birlikte birkaç gün sonra arkasından New York’a uçtuk. Houston’a ameliyata gitmeden önce New York’ta onu yakalayarak Türkiye’yi sallayan konuyu görüşmeyi hesaplıyorduk.

New York’a varır varmaz, kaldığı Plaza Oteli’ne yerleştik ve izini bulduk. BM binasının tam karşısındaki Türkevi’nde şerefine verilen bir resepsiyonda idi. Yanına yaklaşıp kısa bir hoş beşten sonra, kendisiyle görüşmek için ta Türkiye’den kalkıp geldiğimizi söyledim ve bizlere zaman ayırmasını rica ettim. Türk basınının New York muhabirlerini de içerecek bir basın toplantısı formatında bir buluşma istemiyordu. Biz de istemiyorduk. İstanbul’dan gelmiş olan Milliyet’ten “duayen” gazeteci Sami Kohen’i de işaret ederek, “Sami beye de haber ver, dördünüz gelin” dedi, oteldeki oda numarası ve randevu saatini söyleyerek.

Görüşmeye başlamadan önce gözlerini muzip bir ifadeyle yüzüme dikti ve “Ne bakıyorsun öyle” diye çıkıyormuş gibi söylendi. “Bir şey yaptığım yok efendim” diyerek geçiştirmek istedim. “Biliyorum” dedi “kafanın içinden ne geçtiğini. Sana TRT’de Kürtçe televizyon yayınına ilişkin sakın bunu söyleme ve yazma dediğimi hatırlıyorsun ve benim bunu aniden ortaya atışımı sorguluyorsun kafanda. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demeye getiriyorsun…”

Gülümsedim. Yakalanmıştım! Yine de “Bir şey söylediğim yok efendim” dedim.

Umursamadı. “Bak” dedi, gülerek, “Ben, sen söyleme dedim. Sen o sırada söyleseydin ya da yazsaydın başına belâ alırdın. Ben Cumhurbaşkanı’yım. Ben söylerim. Bir de tabii ne zaman, nerede, nasıl söyleyeceğin önemli. Yani zamanlaması…”

Dördümüzle yaptığı söyleşide, TRT’de Kürtçe yayın gereğini hararetle savundu. Kürtçe eğitim hakkından bile söz etti.

O diyaloglardan bu yana yaklaşık 17 yıl geçti. TRT, Kürtçe yayına ancak üç gün önce başladı. Ne kadar uzun ve gereksiz zaman yitirildi.

Ama sonunda oldu işte. Bugün artık TRT’nin, devlet televizyonunun bir Kürtçe yayını varsa, devlet özel televizyonlara da kaçınılmaz olarak bunun yolunu açacaksa, Kürt sorununun çözümü doğrultusunda bugüne dek atılan somut adımların en başına yerleşen bu “devrimci” adımın şerefi Turgut Özal’a aittir.

Bu ülkenin insanları ve en başta Kürt vatandaşları bunu unutmamalı…

Yazarın Tüm Yazıları