Kadıköy, sevgilim

Güncelleme Tarihi:

Kadıköy, sevgilim
Oluşturulma Tarihi: Mart 29, 1998 00:00

Haberin Devamı

Doktor Müfid Ekdal'a dair söylenebilecek pek çok şey var. Ama onun en belirgin özelliği, bir ‘‘Kadıköy aşığı’’ olması... Nesli tükenen ya da aslında şimdilerde pek doğmayan değişik bir ‘‘tür’’ kendisi; yaşadığı yere sahip çıkma bilinci var! Bu bilinci ifrada vardırdığını söyleyenler bile çıkabilir. Çünkü bugün 80 yaşında ve hâlâ 1918 yılında doğduğu Feneryolu'ndaki evde yaşıyor, dahası doğduğu odada uyuyor ve bundan gurur duyuyor! 1942'de İstanbul Tıp'tan mezun olmuş. Dahiliye ihtisasını yaptığı Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde tam 39 yıl çalışmış. İngiltere'de kardiyoloji eğitimi görmüş. Şimdi emekli ve serbest hekim.

Bütün bunları yaparken fonda hep Sevgili Kadıköy'ü olmuş. Onun değişimini üzülerek izlemiş/incelemiş/kaydetmiş. Sokakları arşınlamış; kütüphanelerden çıkmamış; tanıdığı, muayene ettiği herkese sorular sormuş; geceleri sabaha kadar not ve arşiv tutmuş; fotoğraf çekmiş, toplamış, biriktirmiş... ‘‘Eskiden burada bahçeler içinde konaklar vardı. Sonra her konağın yerine bir mahalle kuruldu. Eskiden her sokağı, evi, taşı bilirdim. Şimdi bir yerden altı ay geçmesem, tanıyamıyorum. Tabii bu betonlaşma insanlarda bir huzursuzluk yarattı’’ diyor.

Evet çoğu insan huzursuz olmuştur, ama bu huzursuzluğu ciddi bir üretime dönüştüren tek kişi de Dr. Ekdal olmuş. Yazmaya 60'ından sonra başlayan Ekdal, önce ‘‘hastanesinin’’ tarihçesini yazmış; Tıphaneden Numuneye. İkinci kitabının adı ‘‘Bir Fenerbahçe Vardı’’. Sonra, yaşadığı evin sokağında bulunan Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı'nı kitaplaştırmış: ‘‘Bir Konak, Bir Ömür, Bir Devir’’. Ve Ekdal'ın son kitabı Kadıköy Belediyesi yayınlarından çıkan, ‘‘Bizans Metropolünde İlk Türk Köyü: Kadıköy’’.

Bu kitapta Kadıköy'e ait neler yok ki... Kalkedon'un limanlarından Hıristiyan halkın yerleşmesine... Kadıköy'de kurulan Ruhani Meclis'ten Mösyö Pari'ye... Bir dönem Moda'ya sahip olan İtalyan asıllı Fransız Tubini ve Lorando ailelerinden Kadıköy'ün arabacılarına, sonraları şoförlerine, pansiyonları, balıkçıları, gazinoları, dükkanları, hamamlarına... İnsanların hikayelerinden okullara, dergahlara, camilere, çeşmelere ve kiliselere... Çayırlarından(!) nehirlerine, köprülerine(!), sinemalarından eczaneleri ve doktorlarına, tramvaylarından... artık aklınıza gelmeyen daha neler, nelere...

Bir de evler... Frederiçi'lerin evinden Thomson'un köşküne, Hendel'in evinden Villa Wohl'e, Zürafalı Köşk'ten Atatürk'ün beş defa ziyaret ettiği Bostancı'daki konağa, neredeyse köşk köşk, konak konak, insan insan yazmış Dr. Ekdal, tüm hikayeleriyle. Kadıköylü - ve Ekdal türünden- olanların mutlaka geçmişlerinden bir iz bulabileceği, yoksa bile keyifle okuyabileceği kalın bir kitap bu. Bizim yerimiz, sadece çok azını alıntılamaya yetiyor. Gerisi, yer yer güldürüp, bazen ağlatan bu şahane kitapta...

Timsahları da varmış!

M.Ö. 63 yılında Amasya'da doğan Strabon, Kadıköy'den sözederken ‘‘Denizden biraz içerilerde, içinde küçük timsahların yaşadığı bir pınar vardı’’ der. Timsah mı? Kadıköy'de mi? Dr. Ekdal, ‘‘Evet’’ diyor ve Kadıköy'de Mısırlılar'a dair izler bulunduğunu, timsahların da onlarla beraber Anadolu'ya geldiğini ve sonradan kaybolduklarını anlatıyor.

Nehirleri

(Ya da altınları)

Himeres Nehri, Haydarpaşa Garı'nın yanından ve Haydarpaşa Çayırı'nın ortasından geçip Kadıköy koyuna dökülürmüş. Sonra Haydarpaşa Deresi adını almış. Üzerinde bir köprü bile varmış. Kalkedon Nehri ise Kalamış Koyu'na dökülürmüş (Şimdiki Kurbağalıdere: Bakın ne 'altın' yetenek varmış bizim kokmuş derede). ‘‘Bir Ahmet Ağa vardı. Kurbağalıdere'nin iki tarafındaki arazinin boş olduğu yıllarda sabahın erken saatinde sırtına vurduğu bir çuval kumla bizim bahçeye gelir, kumu büyük bir çamaşır leğenine döker, defalarca yıkar, bu çabanın sonunda suyun yüzünde toplanan incecik, sarı, küçük plakaları biriktirir, günlerce bu ameleyi tekrarlayarak elde ettiği sarı noktacıklar fındık büyüklüğüne erişince götürüp Kadıköy'de Ermeni bir kuyumcuya satardı.’’

Bir uçak atölyesi!

Bugünkü Kalamış'la Fenerbahçe Spor Tesisleri arası 1930'da tamamıyla boşmuş ve orada bir uçak atölyesi kurulmuş. Nuri Demirağ'ın yardımıyla kurulan bu hangarda iki kişilik bir uçak yapılmış, gövdesine de Nuri Bey yazılmış. Uçağın ahşap kısımları Vecihi Bey'in çizdiği planlara göre Kadıköy'de Çuhadarağa sokağındaki bir marangoz atölyesinde yapılır, hangarda monte edilirmiş. Aralarında bir anlaşmazlık çıkmış galiba, başka uçak yapılmamış. Vecihi bey daha önce Fikirtepe'de tek kişilik bir uçak yapmış. Bunun ahşap kısımları da Kadıköy'de bir keresteci dükkanının çok geniş olan ikinci katında yapılmış. Birkaç aylık bir uğraşıdan sonra uçağın gövdesi bitmiş, fakat dükkanın hiçbir tarafından dışarı çıkartılamamış!

Vecihi Bey'in arkadaşları, keresteciyi bir gece meyhanede iyice sarhoş ettikten sonra evine götürüp bırakmışlar. Sonra dükkanın üst kat duvarını yıkarak uçağı bir kamyona atmışlar. Duvarı da sabaha kadar yeniden örmüşler. Uçak 1928 yılında halkın çılgınca alkışları arasında havalanmış.

Vecihi Bey bu tek kişilik uçakla sık sık gösteriler yapar, günün değişik saatlerinde göklerde görülür. Hatta birgün bir düğüne geç kalır, herkes merak ederken tepede uçağı görülür. Yukarıdan el sallayıp selam gönderen Vecihi Bey, bir süre sonra da eşiyle düğüne gelir. Meğer adresi bulamamış, yerini havadan tespit etmiş! Ama birgün kıyıda demirli bir kotranın seren direğini götürdükten sonra Yoğurtçu Deresi'nin ağzında suya çakılan Vecihi Bey, kayıkçılar tarafından kurtarılmış. Düşe kalka uçmaya çalışan bu uçak da sonunda uçamaz hale gelmiş tabii ki.

Çarliston pisti

Kalamış Fener Caddesi'nden vapur iskelesine inen yolun sağ tarafında Vasil'in, sol tarafında Todori'nin meyhaneleri vardı. Bir de ayaküstü bir iki kadeh atılan bakkal Filip'in dükkanı... Filip Kızıltoprak'ta bugünkü Migros'un yerinde bakkallık yapar, çok kere Vasil'in müşterileri önce buraya uğrar, bir iki kadeh içtikten sonra Kalamış'a Vasil'e yürürlerdi.

Vasil Kalamış'ta iş yaparken Todori ikinci planda kalmıştı, fakat Vasil batarken Todori adeta şahlandı. 1927'de Çarliston ve Fokstrot çılgınlığı İstanbul'u sarınca, Todori bahçeye bir pist yaptırıp, pazar günleri caz getirerek Rum gençlerinin dans ihtiyacını karşılamışsa da Belvü Gazinosu bütün debdebe ve şaşaası ile ön plana geçince bundan vazgeçmişti. Todori'yi meşhur eden iki mezesi vardı: Patlıcan turşusu ve ciğer tavası...

Yıllar sonra bu meyhane Sabri Efendi'ye devredilir. Herşeyi yenilemiştir, ama Todori'nin kendisine has meyhane havasında eksiklik hissedilir. Müşteriler gene de gelir. Bunlardan biri de Selahattin Pınar'dır. Bir gece yine arkadaşlarıyla gelir Pınar. Ama çok geçmeden başı masaya düşer ve bu duygulu adam bir anda dünyadan ayrılır. Tarih 6 Şubat 1960. Bundan sonra Todori Gazinosu istenen şekilde işlemez ve kapanır.

Gülistan Gazinosu

(Hamdi Bey idaresinde!)

Kuşdili Çayırı, Hamdi'nin gazinosu, Kuşdili Sineması, ip cambazı, dondurmacısı, kozhelvacısı, şerbetçisi ve seyyar fotoğrafçıları ile yaz akşamlarının eğlence yeriydi. Kadıköy'ün en aranan yeri olarak isim yapmıştı gazino; kapısında ‘‘Gülistan Gazinosu, Hamdi Bey idaresinde’’ levhası vardı. Akşamdan sonra gazinoda musiki faslı başlar, Kuşdili Çayırı'nda gezenlerle Kurbağalıdere'de sandalla dolaşanlar yavaş yavaş bahçeye yanaşarak para vermeden faydalanırlardı.

1927'den sonra, ‘‘dans modasının başlamasıyla’’ Hamdi Bey'in müşterileri Belvü, Mühürdar'a kayar, gazino tenhalaşır. Hamdi bey caz takımı da getirir, ancak yürütemez. Alaturkacılıkta reforma gitmek ister. Geniş bir saz ve ses ekibiyle anlaşır, paralarını peşin öder. Herşey organize edilir, ancak tam açılış günü başlayan yağmurla ortalığı sel basar. Ertesi hafta yine anlaşma yapılır, el ilanları dağıtılır, ama yağmur yine izin vermez. Gazino ve çayır su birikintileriyle dolar, ortalığa ıslak bir sessizlik çöker. Üçüncü perşembe de aynı şey olur. Gazinonun ortasında yağmur altında ayakta durur Hamdi Bey. Başını gökyüzüne kaldırır, uzun uzun hiç kımıldamadan bir noktaya bakar ve ‘‘Uğraşma benimle’’ diye bağırır. Bu onun dünyadaki son sesidir. Ertesi sabah çok erken saatlerde çayırdan geçenler Hamdi Bey'i gazinonun bahçesindeki bir ağacın dalında asılı bulurlar.

MÜTEAHHİTLERİ KOVALAMADI

Dr. Müfid Ekdal, hâlâ, babasının 100 yıl önce yaptırdığı, kendisinin, çocuklarının doğduğu evde yaşıyor. Çevredeki yüksek apartmanların arasında tek ‘‘ev’’ burası. Tabii ki kapısını az müteahhit aşındırmamış; benim gözümde Dr. Ekdal elinde bir sopa, çeşitli adamları bahçeden kovalıyor, gibi sahneler canlandı, ama o ‘‘Yok yok, tatlılıkla yaklaştılar. Hasta numarası yaparak filan geldiler. Ama sonra ayaklarını kestiler. Evi yıktırmayacağımı anladılar’’ diye anlatıyor.

(Fotoğraf: Batuhan KIRAN)

KADIKÖY'ÜN RENKLİ SİMALARI

Macuncu Halil Ağa

1928-40 yıllarının çocukları Kadıköy'ün her sokağında dolaşan, bir tarafı topuzlu, diğer tarafı keski gibi olan dört-beş kısa demir aleti elinde ustalıkla sallayarak çıkardığı madeni seslerle geldiğini haber veren Macuncu Halil Ağa'yı pek yakından tanırdı. Ufak tefek, esmer, yüzü hiç gülmeyen bir adamdı. Tepsisinin içinde uçları merkezde birleşen üçgen bölmeler vardı. Her birinde beyaz, yeşil, mor, kırmızı renkli, cevizli, fındıklı macundan tatlılar durur, tepsinin tam ortasında tenekeden yapılmış içinde tahta çubuklar duran silindir şeklinde bir kap bulunurdu. Yıllar sonra, 1949'da, ona Numune Hastanesi'nde rastladı Dr. Ekdal. Amipli dizanteri teşhisi konmuştu. Kurtarılamadı. Halil Ağa'dan sonra macun satan başka birine de rastlanmadı Kadıköy'de.

Deli Yani

Kalamış ve Kızıltoprak arasında dolaşan herkes üstü başı perişan küçük ve sarsak adımlarla yürümeye çalışan, kocakafalı bir Rum'a rastlardı. Kendine özgü bir dilencilik yapan bu Rum, meyhaneci Vasil'in oğluydu. Devamlı kaşınır, onu kızdıran çocuklara Rumca küfürler savurur, hiçbir cümleyi tamamlayamazdı. Halk arasında Yani'ye bir nevi meczup, hatta yarı ermiş gibi bakanlara rastlanırdı. Saati olmadığı halde saatin kaç olduğunu bildiğine inanırlardı. Akşama kadar dilenerek topladığı para ile gece Kızıltoprak'ta halen Shell Benzin Deposu olan yerin ilerisindeki kahvede kumar oynar, çok kere kaybederdi. Yıllar yılı Kalamış'ın adeta bir parçası oldu.

Allah Versin Cevdet Bey

1940'lı yıllarda Bağdat Caddesi boyunca, taşıdığı tahtadan yapılmış elbise askısı, küp kapağı, merdane, havan gibi malzemeyle dolaşan ve bunları satarken hiç değişmeyen bir nakarat ile ‘‘Elbise asmak için askılar, oklavalar/ küpler için kapak verelim’’ diye bağıran satıcıya halk pek alışmıştı. Her gün aynı yolları sırtında taşıdığı tahtaların birbirine çarpmasından meydana gelen sese ayak uydurarak yürürdü. Çocuklar ona ilk karşılaştıkları günden beri ‘‘Allah Versin Cevdet Bey’’ demeye başladılar. Ev kadınları da alıştı buna, birşey gerektiğinde ‘‘Bizim Allah Versin'den alırız’’ diyorlardı. Sonra bu sesleniş alaya, çocukların ona taş atarak eğlenmesi eylemine dönüştü. Cevdet bey kızıyor, ‘‘Ben evvelce Bahriye Subayı idim’’ diye bağırıyor, çocukları kovalıyordu. Bu değişmez tablo yıllarca sürdü. Yaşlanıp daha seyrek sokaklara çıktığında bile bu alayı sürdürenler oldu, o ise artık taş atacak takati bulamıyor, sadece kendi duyacağı bir sesle, ‘‘Allah benim şu halimi sana versin’’ diyordu.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!