Amy Winehouse’u çok sevdiğim için

Adını ilk duyduğum gün, onu gördüğüm gündü. 14 Kasım 2006. Koşar adımlarla Londra’da Camden Town’daki Koko’ya yürüyorduk.

Haberin Devamı

 “Adı ne demiştin?” “Amy Winehouse. Seversin sen, ailenle tanışmak istemiyorum filan gibi sözler yazıyor.” “Ama bilet bulamayabiliriz, dur bakalım kapıda şansımızı deniycez.”

Ve girmiştik içeri ve gitmiştik en öne ve beklemiştim kim diye. İlk yorumum saçmasapandı. İlk yorumlarım hep saçmasapan olmuştur ve herkesinki gibi benzetmelerle doludur.

“Friends’deki Chandler’ın eski sevgilisini hatırlattı” demiştim. Konserin sonundaysa büyülenmiştim.

Ne şanslıydım ki, çok yakında kozasından çıkıp devleşecek, adını ve şarkılarını tüm dünyaya ezberletecek bu küçük kadına herkesten biraz önce şahit olmuştum. Vay be, ne sesti. Vay be o ne sözlerdi hakikaten ve o ne tipti Allahaşkına! Koskoca bir saç, gözlerde eyeliner.

Bu zamana hiçbir aitliği yok. Zamansızdı bu kadın.

Sonra “Back to Black”i dinledim. “Sen ona geri döndün/ben de karanlığa” diyordu. “Amma aşık olmuş, ne şanslı kadın” demiştim.

Şarkı yazmak için en iyi zaman aşk acıları zamanıdır ve o bütün albümü terk edildiği altı ayda yazmıştı. Bütün albüm gepgerçekti. O mutfakta yerde ağlama sahnesini filan hep yaşamıştı. Her kelimenin yürek bahçesinden koparıldığı, o ender albümlerdendi.

Laf olsun diye konmuş tek bir kelime, süs olsun diye yuvarlanmış tek bir kafiyeye rastlayamıyordunuz. Sesi de bunlara yemin eder bir sesti. “Hepsi oldu yemin ederim” diyen bir ses.

Son beş yılda uzaydan dünyayı dinleyenler varsa, her yerinden onun sesinin yükseldiğini fark etmiştir.

Dünyanın her yerinde herkes dertlendi onunla ve derinlerine indi korkmadan. “Artık gelmez” denilen efsanelerdendi işte. Gelmişti işte bir tane daha.
Sonra orada burada hakkında çıkan haberleri gördüm.

Önce o aşık olduğu adamı gördüm. Beğenmedim, ona layık değildi. O şarkıların yazıldığı adam olamazdı ama öyle şarkılar hep hep olmayacak adamlara yazılır.

Uyuşturucu sattığını, hapse girip çıktığını falan okudum. Amy’i üzmeye devam ediyordu belli ki.

Amy üzülünce çok güzel şarkılar yazıyordu ama. Bakalım ne diyecekti bu sefer.

Bir sabah gazetede bir resim gördüm. Amy’nin ruhunun kayıp ilanı gibiydi.

Londra’da bir barın önündeki bir bankta sabahın köründe çekilmiş bu fotoğrafta Amy, perişan bir halde yatıyordu. Aklıma sorular üşüşüyordu.

O adam nerede? Kimse niye evine götürmemiş? Dünyaca ünlü bir kadının en azından onu alıp evine götürecek bir asistanı, menajeri, şoförü, hayranı falan yok mu?

Ailesi nerede? Niye bu halde olmasına izin veriyorlar? Niye Londra insanları bu kadar yalnız bırakıyor bazen?

Evinde bira kutuları, kapalı perdeler ve yıkanmamış bulaşıklar vardı.

Alt katında oturan bir tanıdığımızın kızı, Amy’nin açık unuttuğu küvet musluğundan sızan suyla bir gün, salonunun kendi katına çöktüğünü söylediğinde artık bu hikayeler fazla gelmeye başladı bana.

İstanbul’a geleceğini duyunca, yıllar önce kim olduğunu bilmeden dinlediğim o kadının şarkılarını içimden ezber okumak ve varlığını kutlamak için bilet aldım. Fakat o artık gelemiyordu. Yapamıyordu.

En güzel ve en kolay yaptığı şeyi, şarkı söylemeyi bile beceremiyordu. Yakıyordu kendini tıpkı bazı diğer efsaneler gibi.

Bu kadar harikulade yaratıklar bazen böyle kendilerini ateşe verir.

Hayat fazla gelir, çekilmez gelir. Aşk fazla gelir, dayanılmaz gelir. Şan şöhret para pul vız gelir.

Onlar bir akşamüstü aramızdan çekip gider.

Hoşçakal Amy Winehouse. Ne güzel yandın, ne erken söndün sen.

Yazarın Tüm Yazıları