Hülya Avşar’ın başında bir de fiyongu olsaydı ’felek tabancası’ takmış olacaktı

Emine Erdoğan’ın Dünya İş Kadınları Zirvesi’ne katılanlara verdiği akşam yemeğine saçlarını sıkmabaşla türbanı andıran bir biçimde kapatarak giden Hülya Avşar, gazetecilerin "Biraz tesettüre benzemiş" sorusuna "Ön cepheden öyle görülüyor olabilir ama saçlarım dışarıda, hiçbir alákası yok" cevabını verdi.

Avşar’ın örtünme modeli bana artık unuttuğumuz geleneksel baş süslerimizi hatırlattı ve "Bir de fiyongu olsaydı, başına ’felek tabancası’ dolamış olacaktı" diye düşündürdü. Sonra, kadınlarımızın vakti zamanında başlarına neler örttüklerini yazayım ve şimdi siyasi bir mesele haline gelen bugünün türbanının ilk defa 1970’li yılların başında Lübnan’da ortaya çıktığını, patentinin Hüccetülislám Musa Sadr’a ait olduğunu ve İslámi camiamız tarafından oradan ithal edildiğini hatırlatayım dedim.

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan, Dünya İş Kadınları Zirvesi’ne katılanlara Çırağan /images/100/0x0/55eb61dbf018fbb8f8bd82fbSarayı’nda bir akşam yemeği verdi. Davete saçlarını sıkmabaşla türbanı andıran bir biçimde örterek giden Hülya Avşar, gazetecilerin "Seçimizin biraz tesettüre benzemiş" sorusuna "Ön cepheden öyle görülüyor olabilir ama, bakın saçlarım dışarıda, hiçbir alákası yok" cevabını verdi.

Hülya Avşar’ın saçlarını örtüş biçimi, bana şimdi unuttuğumuz geleneksel baş süslerimizi hatırlattı ve "Bir de fiyongu olsaydı, başına felek tabancası dolamış olacaktı" diye düşündürdü. Sonra, geçmiş zamanların kadın kıyafetlerinden bahseden kitapları karıştırdım, baş süsleriyle ilgili resimleri buldum ve hem Avşar’ın saçlarını geride açık bırakan örtünün ne olduğunu yazayım, hem de kadınlarımızın vakti zamanında başlarına neler örttüklerini hatırlatayım dedim.

İşte, Türk kadınının geçmiş zamanlarda kullandığı başörtülerinden ve baş süslerinden bazıları... Örtüleri açıklamalarını okuyup resimlerine bakarken bir zahmet estetik bakımdan da değerlendirin ve bugün "türban" denilen modelle zevk bakımından mukayeselerini de yapıverin.

FELEK TABANCASI

Ense üstünden yukarıya doğru bağlanan bir tür başörtüsüydü. Reşad Ekrem’e göre, yaşları ilerlemiş ama gönülleri genç kalmış kadınlar bunu tercih ederler, örtünün uçları alında fiyong yapılır, fiyonglar eski zaman tabancalarının mermi konulan kısımlarına benzediği için "felek tabancası" denirdi.

KADIN FESİ

16. asırda ev kadınları arasında inci ve elmaslarla bezeli, altın tellerle işlenmiş fes takma modası vardı. Sokağa çıkılırken bu fesin üzerine pahalı kumaşlardan dokunmuş yemeniler sarılır ama yüz ve saçların bir kısmı açık bırakılırdı. Kadın fesinin yerini, sonraları "hotoz" aldı.

HOTOZ

Türkistan taraflarına mahsus uzun kıllı bir cins öküzün kuyruğundan yapılan, tuğlara ve atların gerdanlarına takılan, "kotaz" yahut "kaytaz" denilen süse, İstanbul’da "hotoz" denirdi. Hotoz, kumaş ve mücevher yerleştirilerek kabartılmış olan saçın üzerine renkli yemeniler konmasıydı. Her yaşa uygun olmasına rağmen sadece ev içerisinde yapılır, sokağa çıkılırken başa şık bir kumaş yerleştirilir ve üzerine bir düğüm atılırdı. Hotozların ismi, tepedeki bu düğümün şekline göre değişir ve "Zeyrek Yokuşu", "Duduburnu", "Saraylı", Çimdik", "Kayık", "Küpkapağı" gibi isimler verilirdi.

YAŞMAK

Yarı şeffaf beyaz tülbentten yapılmış iki parçalı bir örtüydü. Parçalardan biri yukarıdan, öbürü de aşağıdan bağlanır, sadece gözler açıkta bırakılır ve uçları yakanın içine sokulurdu. Şeffaf olmaları dolayısıyla erkeklerde merak ve heyecan uyandırır, eski bir yazarın ifadesiyle "kumaşın gerisinden tatlı hayal renkler, hayal çizgiler, burun ucu, penbe yanaklar, kırmızı dudaklar, çene, boyun ve gerdan farkedilirdi".

MAŞLAH

İstanbul’da geçen yüzyılın sonlarında ortaya çıkan, sırta geçirilmesi kolay, kullanımı da rahat bir elbiseydi ve günün her saatinde her yerde giyilebilirdi. Zengin sınıfa mensup hanımlar genellikle maşlahı tercih eder ve başlarına ince ipekten dokunmuş bir örtü sararlardı. Maşlah rahatlığına rağmen kollarının kısa ve bedeninin bol kesilmiş olması yüzünden giyenin boyunu ufak gösterirdi ve modası bu yüzden çabuk geçmişti.

KUNDAK YEMENİ

Başın üzerine toplanıp arkaya yatırılan saçlar, tülbent bir yemeninin içine sımsıkı yerleştirilirdi. Yemeninin uçları alnın üzerine bir fiyongla bağlanır, alında ve şakaklarda kákülleri bırakılırdı.

SALMA YEMENİ

Kundak yemeninin biraz daha açık şekliydi. Saçlar taranıp örülür, bir kısmı sırt üzerine bırakılır, yuvarlak kesilmiş bir kumaş ortadan katlanıp üçgen şekline getirilir; uzun tarafı alna gelir, köşeleri saç üstüne salınır ve boşta kalan iki uç alın hizasında fiyong yapılırdı.

TANDIR BAŞ

Anadolu’nun orta ve doğu bölgelerinde revaçtaydı. Geniş tablalı bir kadın fesinin üzerine şık bir şal dolanır, şalın üst tarafı uçları püsküllü bir kuşakla bağlanır, püsküller yüzün iki kenarından omuzlara sarkıtılırdı.

TEPELİK

Saçın bazen üzerine konulan, bazen de fesin üst kısmına yerleştirilen altın, gümüş yahut yaldızlı bakırdan yapılmış oymalı bir levhaydı. Etrafına ve alın kısmına gelen yerlere altın ve gümüş paralar dizilir, yüz açık bırakılırdı.

Kadınlarımız başlarını geçmişte işte böyle örterlerdi ve bugün "türban" dediğimiz örtünme biçimi o devirlerde bilinmezdi. Ayrıntıları merak edenler, Reşad Ekrem’in bazı maddelerini burada kısaca naklettiğim "Türk Giyim Kuşam ve Süslenme Sözlüğü"nü bile şöyle bir karıştırsalar, daha başka ve zarif örtünme biçimleriyle karşılaşacaklardır.

Daha önce yazmıştım, tekrar hatırlatayım:

Bugün artık siyasi bir mesele haline gelen ve İslami terminolojideki ismi "hicab" olan günümüzün türbanı bizim değildir, Lübnan’dan ithaldir. 1970’li yılların başında, Lübnan’da yaşayan İranlı Hüccetülislam Musa Sadr tarafından, Güney Lübnanlı Şii kadınları bölgeye hákim olan Filistinli gerillaların tacizinden koruyabilmek için yaratılmıştır. 1979’daki İran Devrimi’nin de Musa Sadr’ın modelini benimsemesiyle bu tarz örtünme bütün İslam dünyasına yayılmış, bir ideoloji ve kimlik alámeti olmuş, modeli Lübnan’dan ithal eden memleketler arasına İslam dünyasına vaktiyle moda ihraç eden Türkiye de katılmıştır.

Yusuf Beyciğim yapma, bu sözler Tarih Kurumu’nun başkanına hiç yakışmıyor!

HÜRRİYET’te, hafta başında "Talát Paşa’nın tehcir belgeleri" başlıklı bir dizi yayınladım.

Yayından iki amacım vardı: İlki, Ermeni tehcirinin mimarı Sadrazam Talát Paşa’nın birinci derece kaynak olan özel evrakının ortaya çıkması, diğeri de taraflar arasında kısır bir çekişme ve "ölü sayısı" kavgası háline gelen tehcir meselesine bu en önemli kişinin evrakında yazılanlar açısından yaklaşılmasını sağlamaktı. Böylelikle kuru bir inatlaşmaya dönen tartışma yeni bir boyut alabilirdi, zira Paşa’nın verdiği sayılar iki tarafın savunduğu rakamları uzlaştıracak ve çok daha önemlisi, "tehcirin soykırım olmadığını" gösterecek mahiyetteydi. Yayın, üstelik Türkiye’de pek bilinmeyen ve üzerinde durulmayan "özel arşiv" kavramının önemini de ifade ediyordu.

BİLİMSELLİĞE BAKIN

Yazdıklarım, daha doğrusu Talát Paşa’nın evrakı Türk Tarih Kurumu’nun Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nu her nedense hiddetlendirdi ve Yusuf Bey bir gazeteye verdiği demeçte dizideki bilgilerin doğruluğunun garantisinin olmadığını söyledi, sonrada "Bardakçı popüler kalabilmek adına bunları yapıyor diye düşünüyorum" buyurdu!

Ne kadar akademik ve ilim haysiyetiyle ne derece bağdaşan bir cevap değil mi? İçerisinde ne ararsanız herşey mevcud!

Yusuf Bey, demecinde benim yazdığımı iddia ettiği bir de örnek veriyordu: 1914 sayımına göre Ankara’nın nüfusu 44 bin idi, ben ise Ankara’dan 47 bin kişinin tehcir edildiğini, edilmeyenlerin de 12 bin kişi olduğunu yazmıştım.

Halbuki öyle bir şey iddia etmemiştim ve dizide bu şekilde bir ifade yoktu! Tarih Kurumu Başkanı’nın anlamadığı yahut anlamak istemediği bu bahiste "1914’te Ankara’daki Ermeni nüfusu 44 bin 661 idi, tehcir sonrasında bu sayı 12 bin 766’ya inmiş, Ankara’ya başka viláyetlerden 410 kişinin nakledilmesiyle de 13 bin 176’ya yükselmişti" diyordum. Yusuf Bey tablo okuma alışkanlığına sahip bulunmadığından olacak rakamları birbirine sokmuş, üstelik ortaya hiç yazmadığım "47 bin" sayısını atıvermişti.

MUCİT İKTİSATÇI

Tartışma sırasında bir iktisat profesörü de işin içine girmeye çalıştı ve "Talát Paşa’nın tehciri anlatan defterinin bir kronoloji laboratuvarında incelenmesi gerektiğini" söyledi.

Tarihçiliğe soyunduğu anda ilim dünyasına "kronoloji laboratuvarı" diye bir kavram kazandıran Servet Mutlu adındaki iktisat hocasının iddialarına cevap vermeye lüzum bile görmüyorum ama "Tarih Kurumu Başkanı" ünvanını taşıyan aziz dostum Prof. Yusuf Halaçoğlu’na birkaç sözüm var:

"Bardakçı popüler kalabilmek adına bunları yapıyor" diye bir söz sarfetmek, Tarih Kurumu’nun başkanına yakışmaz! Prof. Halaçoğlu, böyle bir söz söylediyse her vesileyle hatırlatacağım bu ifadesinin bundan böyle arkasında durmak, ama söylemediyse ve bu cümle málum gazeteye aitse, yalanlamak zorundadır.

Ermeni iddialarının artık dünya çapında ses getirir hále gelmesinin tek sebebi, "sayı azaltma" temeline dayalı bir politika benimsememiz, hiç bir endişe taşımamamız gerekmesine rağmen 1915 olayları konusunda bugüne kadar gerçekçi bir yayın yapmamamız ve dozu giderek artan iddialara karşı sadece kendimize yönelik karşılıklar vermemizdir. Ama bu iş canını bu yolda veren Talát Paşa’yı inkára kadar uzanıyorsa, ortada artık isimlendirilmesi gereken başka birşeyler var demektir.

Türk Tarih Kurumu, son iki sene içerisinde bir-iki küçük kitap ve birkaç kongre tebliği haricinde, bütün mesaisini tehcir iddialarına cevap mahiyetinde olan ama sadece Türkiye’ye hitap eden ve dışarıda hiç ses getirmeyen yayınlara vermiştir. Kurumun görevi bu değildir, bu işi başkalarının yapması gerekir. Uzunçarşılılar’dan, Köprülüler’den ve Barkanlar’dan kalan mirası böylesine har vurup harman savurmaya da kimsenin hakkı yoktur. Tarih Kurumu bundan böyle aynı çizgide devam edecekse ismini değiştirmeli, meselá "Ermeni İddialarına Cevap Verme Kurumu" haline getirmelidir.

Ben, "iskán" konusunu gayet iyi bilmesi gereken, zira bu alanda son derece önemli bir doktoranın sahibi olan Yusuf Halaçoğlu’na böylesine bilim dışı ifadeleri hiç yakıştıramadım ve rahmetli Prof. Cengiz Orhonlu’nun da yakıştırmadığına eminim.
Yazarın Tüm Yazıları