Kuzeyli güzel

İsveç’in başkenti Stockholm’de, yarı karanlıkta ve dondurucu soğukta dolaştım durdum.

Kah yüzyıl önce oraya gitmiş olan Türk gezginlerin anılarını anımsadım, kah bugünün gönüllü sürgünlerinin izini sürdüm. Gezimin sonunda yolculuğumun bahanesi olan Kutup Işıkları’nı göremedim ama bu kuzeyli güzele aşık oldum.

Kutup Işıkları’nı bahane ederek geldiğim Stockholm’de, kış sabahları bir türlü ağarmak bilmiyordu. Ben de ağarmasını beklemiyordum zaten. Sabahın alacakaranlığında düşüyordum yollara. Sabah ayazı ne mahmurluk, ne geceden kalma sersemliği bırakıyordu insanda. Her şeyi jilet gibi kazıyıp yok ediyor, canlandırıyordu. Soğuğa rağmen yürüyerek gezmeyi tercih ediyordum. Yürürken kenti daha iyi tanıyordum çünkü. Buzla kaplı kaldırımlar önce beni /images/100/0x0/55eb5ea9f018fbb8f8bcb0b8ürkütmüştü ama, kimsenin kaymadığını görünce korkum geçmişti. Buzun üstüne serpilen minicik çakıl taşlarıydı kaymayı engelleyen. Onun için bütün Stockholm kaldırımları bu görünmeyen çakıllarla kaplanmıştı.

Tüm yürüyüşlerimde önce Gamla Stan’ın daracık sokaklarından geçmek zorunda kalıyordum. Her geçişimde de yeni bir yer keşfediyordum. Bunlardan biri de İsveç Kralı’nın arada bir yemek yediği, bodrum katındaki Cattelin adlı bir restorandı. Burası için rezervasyon yaptırmayı bir türlü başaramadım.

SESSİZ ADA

Gamla Stan’ın hemen yanı başındaki küçük Riddarholmen’in (Şövalyeler Adası) sessiz sokaklarında dolaşırken tarihe doğru yürüdüğümü sanıyordum. Kralların mezarlarını ve şövalyelerin görkemli kilisesini barındıran bu ada, komşusunun aksine dükkanlardan ve restoranlardan arındırılmıştı. Öylesine bir sessizlik hakimdi ki, öksürmeye bile çekiniyordum. Adanın rıhtımından karşı yakaya bakınca, kentin simgesi olan Belediye Sarayı, kuzey mimarisinin tüm özelliklerini gözler önüne seriliyordu.

Buradan Stockholm’un yeni bölümüne geçip, aceleci kalabalıkların peşine takılıyordum. Norrmalm (kuzey mahallesi) adı verilen bu bölüm, kentin yeni yüzünü yansıtıyordu. Birbirlerini haç biçiminde kesen Drottninggatan (Kraliçe Caddesi) ile Kungsgatan’ın (Kral Caddesi) iki yanına tüm şık alışveriş mağazaları sıralanmıştı. Vitrinlerle aram pek iyi olmadığı için bu caddelerde pek oyalanmadım.

SEYYAR MANGALLAR

Stockholm’ün gezilecek, görülecek yerleri pek geniş bir alana yayılmıyordu. Bir kahvede, bir kahve içimi sürede kent haritasını inceledikten sonra, neyin nerede olduğunu çözdüm. Her yere yürüyerek ulaşabiliyordum. Üşümeye başlayınca da birkaç duraklığına otobüslere veya metroya sığınıyordum.

Kungstradgarden meydanında, hediyelik eşya satan küçük dükkanların arasında dolaşırken gördüğüm mangallar çok ilgimi çekti. Meydanın dört bir yanına konan mangalların yanında, birer çuvalda odun duruyordu. Üşüyenler kısa süreliğine ateşe ellerini uzatıp ısınıyorlardı. Tabii ateş geçiyorsa odun atmayı da ihmal etmiyorlardı. Mangalın başından uzun süre ayrılamadım. Sonra deniz kıyısına doğru yürüyüp, ünlü Opera binasının önüne geldim. Bu binayı Ahmet Mithad Efendi’nin anılarından hatırlıyordum. 1889 yılında burada Aida Operası’nı seyreden yazar, binanın içini ve dışını öve öve bitirememişti. Yani tam 117 yıldan beri aynı yerde perdeler açılıp kapanıyordu.

Daha önce de belirttiğim gibi, hava erkenden karardığı için gezmekte acele ediyordum. Çünkü karanlık, tüm güzelliklerin üstünü siyah bir perde ile örtüp görünmez kılıyordu. Kısa gündüzlerin birinde Grand Hotel’in önüne gittim. 1874 yılından beri bıkmadan usanmadan konukları ağırlayan bu otelde Ahmet Mithad Efendi de konaklamıştı. En çok oteldeki asansöre, telefona ve ışıklandırmaya hayran kalan yazar, "İçerideki ve dışarıdaki bütün ışıklar yandığında otel tamamen nurla kaplanmış gibi apaydınlık oluyor" diye anılarına not düşmüştü. Yazar, kat görevlisi kızların güzelliğini de sayfalar dolusu anlatmıştı. Otelin önünden kalkan gezi teknelerine binip, kanalların arasından kentin diğer yüzlerini görmeye çalıştım. Kanallar, göller, adalar, parklar şehri Stockholm, Kutup soğuğuna rağmen çok sıcak görüntüler sunuyordu.

MUHTEŞEM BATIK

Bir başka günümün aydınlık bölümünü de, biraz sokaklara biraz da müzelere ayırdım. Her geçen gün ayaza biraz daha alıştığım için, sokakta yürüme sürem de artıyordu. Yürüdükçe de kent sakinlerini daha iyi izleyebiliyordum. Güler yüzlü insanlardı. Refah toplumunun huzurunu, yüz yıllar öncesinden süregelen uygar yaşamın izlerini, kuzey insanının sakinliğini, soğuğun kızarttığı yüzlerde görmek olasıydı. Onları gördükçe bizim gönüllü sürgünlerin neden Stockholm’ü seçtiklerini daha iyi anlıyordum.

Önce Skeppsholmen adasına geçip, Modern Sanatlar Müzesi’ni gezdim. Dikkatimi küçük öğrenciler çekti. Hemen her tablonun önünde bir öğrenci yere çökmüş, defterine bir şeyler yazıyordu. Resmi yorumlamaya, sanatla yüz yüze gelmeye o yaşlarda başlayıp, sonra yaşam boyu sanatla sarmaş dolaş oluyorlardı.

Sonra önünde küt burunlu, karpuz kıçlı kuzeyli teknelerin bağlandığı kuzeyli evlerin önünden yürüyüp, ünlülerin ve zengin tabakanın ikamet ettiği Djurgarden Adası’na geçtim. Adanın hemen girişindeki Vasa Müzesi’ndeki eski bir batığı görmek istiyordum. Müzeyle aynı adı taşıyan 68 metre uzunluğundaki gemi, 1628 yılında yapılmıştı. Bu muhteşem gemi, tek bir gülle atamadan, tek bir kılıç sallamadan ilk seferinde, adanın bir mil uzağında batmıştı. 1990 yılında çıkarılan gemi, tersaneden yeni çıkmış görüntüsüyle ziyaretçileri (beni de) büyülüyordu. 400 yaşındaki bir gemiye bu kadar yaklaşmak nedense heyecanlandırmıştı beni.

LEZZET DURAKLARI

Aslında Stockholm’ü üç günde gezmek mümkündü. Hele uzun yaz günlerinde üç gün fazla fazla yeterdi. Ben karanlık günleri merak etmiştim. Gidip gördükten sonra aydınlık gecelerde kentin tadına doyum olmayacağına karar verdim. Yazın tekrar gelmeye niyetlendim.

Stockholm’de kaldığım süre içinde, gerek damağına güvendiğim kişilerin önerisiyle, gerekse kendi keşiflerimle ülkenin lezzetleriyle de tanıştım. Eğer siz de lezzet keşiflerine meraklıysanız, öncelikle iki alışveriş merkezi önereceğim. Bunlardan bir tanesi, Hötorget Meydanı’ndaki Hötorgshallen adlı etnik bir marketti. Yüzlerce küçük dükkanda yok yoktu. Timsah etinden ayı etine, akla gelmedik çeşit çeşit balıklara, sebzelere kadar her şeyi bulmak mümkündü. Ayrıca burada yemek yemek de mümkündü. Döner kebap gördüğüm kadarıyla, balıktan sonra en rağbet edilen yemeklerin başında geliyordu.

Diğer bir alışveriş merkezi de, Ostermalmstorg Meydanı’ndaki Ostermalms Saluhall’di. Burada da akla hayale gelmeyecek gıda maddeleri satılıyordu.

Akşam yemekleri için daha çok yerel mönüler sunan restoranları tercih ettim. Bunlardan en ünlüsü, 1722 yılında kurulan Den Gyldene Freden adlı restorandı. Lokantanın bulunduğu bina daha önce İsveç Akademisi’ne aitti ve birçok Nobel Ödülü bu binada verilmişti. Burada yanında tatlı patatesle servis edilen, Maderia şarap sosuyla pişirilmiş rengeyiği etinin tadına doyamadım. Yemek yemek istediğim yerlerden biri de, Opera binası içindeki Operakallarens Matsal adlı restorandı. Ama yer bulmadım. Telefona çıkan görevli, bir ay önceden rezervasyon yapılması gerektiğini söyledi.

Tüm kuzey ülkelerinde olduğu gibi, Stockholm’de de deniz mahsulleri, mönülerin en baş köşesinde yer alıyordu. Tabii ki baş köşede, soğuk kuzey denizinde tutulan Ringa balığı oturuyordu. Genellikle turşu olarak çiğ tüketilen bu balığın kızartması da, özel salça soslusu da damak çatlatan cinstendi. Kral Yengeçler, iri karidesler, istakozlar, uskumrular, dil balıkları, midyeler, somonlar, kalkanlar, istiridyeler, deniz levrekleri mönülerin vazgeçilmezleri arasında yer alıyorlardı.

SARIŞIN, MAVİ GÖZLÜ

Restoranlara genellikle akşam yemekleri için gidiyordum. Öğle yemeklerini ise ayaküstü geçiştiriyordum. Her köşede karşıma çıkan seyyar sosisçiler en favorimdi. Küçücük bir sandviçin içinde sunulan baharatlı çorizo sosisinin tadına doyum olmuyordu. Bazı öğle yemeklerinde de deniz kıyısına iniyor, kağıt tabaklarda verilen kızarmış ringa yiyordum.

Caz kulübü Stampen’in adını Demir Özlü’nün bir öyküsünden not etmiştim. Gamla Stan’ın dar sokaklarından birindeki bu kulübe bir yemek dönüşü uğradım. Orkestrası da, seyircisi de, çalınan parçalar da benim kuşağımdan olduğu için, gecenin geç saatlerine kadar zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Stampen’de caz notalarının, soğuk İsveç gecelerine çok yakıştığını öğrendim. Hele İsveçli sarışın güzellerle birlikte müziğe ayak uydurunca, gecenin nasıl akıp gittiğinin farkına varamadım. Konu İsveçli kadınlardan açılmışken; uzun boylu, atletik vücutlu, mavi gözlü, sarı saçlı kuzeyli kadınların güzelliği dillere destandı. Bu konuya detaylarıyla girmek sakıncalı olabilirdi. Onun için yazımı Ahmet Mithad Efendi’nin bir İsveçli kızı tanımlamasıyla bitirmek istiyorum: "Yirmi iki, nihayet yirmi beş yaşlarında nur gibi bir kız. Kolları dirseklerden yukarı kadar çıplak ve gerdanı göğüs ve enseye kadar dekolte, koyuca lepiska saçlı, mai gözlü, iri yapılı bir mahbubei-i dilara..."

RESTORAN ÖNERİLERİ

Den Gyldene Freden

Österlanggatan 51, Gamla Stan.

Franska Matsalen

Grand Hotel, S. Blasieholmshammen, Normalm.

Pontus in the Green House

Österlanggatan 17, Gamla Stan.

Restaurangen

Oxtorgsgatan 14, City.

Wedholms Fisk

Nybrokajen 17. Kungstradgaten.
Yazarın Tüm Yazıları