Apartman katındaki tek kişilik ayin

POSTAYLA gelen sarı zarf önüme konduğunda, tesadüf ben de Doğan Hızlan’ın anlattığı o olayı düşünüyordum.

Hızlan’ın Fatih’te bir apartman dairesinde şahsi kütüphanesi vardır.

Zaman zaman ortadan kaybolur, bir süre onunla temas kuramam.

Öyle anlarda bilirim ki, Doğan Hızlan, Fatih’teki kütüphanesindedir.

Çok merak ettiğim halde, beni hiçbir zaman oraya götürmemiştir.

Ben de hep hayal kurarım.

Gözümün önüne Borges hikáyeleri gelir.

Apartman katındaki o şahsi kütüphane, Escher’in grafiklerine dönüşür. Gözümün önüne gizli bir kardeşlik mabedi gelir.

Dedim ya, Borgesvari edebi komplo teorileri yazarım.

* * *

O gizli kütüphanede geçenlerde tuhaf bir şey olmuş.

Doğan Hızlan kendi kitapları arasında gezinirken, birden başı dönmüş ve bir an dengesini kaybetmiş.

Bir süre öyle hareketsiz biçimde yerde kalmış.

Bunu işittiğim an, daha ‘Geçmiş olsun’ cümlesi bile ağzımdan çıkmadan gözlerimin arkasındaki gizli kamera çalışmaya başladı.

Birden kendimi Doğan Hızlan olarak buldum ve yattığım yerden kütüphaneyi seyrettim.

Sanki zaman ağırlaştı.

Hayatımın bütün fon müzikleri birden beni terk etti.

Desibelsiz bir sükûnet geldi.

Rafları tek tek incelemeye başladım.

* * *

İşte şu ikinci sıradaki kitap.

Onu aldığımda daha ilk yazılarım çıkmaya başlamıştı.

Hemen yanıbaşındaki, Melih Cevdet’in alelacele yazılmış ithafıyla gelmişti.

Yıllar geçtikçe, arkadaşlıklar büyüdükçe, cümleler kısalmış, ithafların özeni de artmış, dostluk bütün ağırlığıyla basit ifadelerin üzerine yüklenmişti.

Sağ taraftaki raflar dergilere ayrılmıştı.

Varlık, Yeditepe, A, De...

* * *

Sonra muhasebe saniyeleri gelmişti.

O raflardan kaç cenaze kalkmış, geriye kaç edebiyat malulü bırakmıştır.

Kaç dostluk o labirentlerde kaybolmuş, kaçı raflardan düşüp sakat kalmıştır.

Kaç kitap imzasına sadık kalmış, kaç imza kitabına ihanet etmiştir?

Kaç imza kütüphanedeki hayalete dönüşmüş, kaç imza görünmez kalemle atılmış gibi uçup gitmiştir.

Ya ben?

Şu yerde çaresiz yatan insan?

Ben ne olmuşumdur?

Kaç başka kütüphanede imzam kalmış, kaçı bilmem hangi sahafta hüzünlü bir köle gibi sahip beklemeye başlamıştır.

Öyle anlarda zaman ağırlaşır.

Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere, günlere, yıllara dönüşür.

Fatih’teki o gizemli kütüphanenin tavanı, yıldızlarla dolu bir gökkubbe gibi başınızın üzerinde dururken, kitaplar raflardan iner, sayfalar kanatlanır, çuvallar dolusu muhasebe gözünüzün önünde resmi geçit yapar.

* * *

Sonra sükûnet yavaş yavaş dağılır, Doğan Bey’in sesini işitirsiniz:

‘Başımı radyatörün kenarına çarpmışım.’

Gizli kütüphanenin kapıları tekrar kapanır.

Tek kişilik ayin yeniden başlar.

Siz de normale dönersiniz.

Önünüzdeki sarı zarfı açarsınız.

İçinden çıkan mavi kaplı küçük kitabın kapağında şu yazmaktadır:

‘Kütüphane...’

* * *

Enis Batur’
un yeni kitabı, ‘Kütüphane’ postadan çıkıp önüme konduğunda işte böyle bir haldeydim.

Birinci sayfasını açtım.

Ne bir cümle ne bir imza...

Yine de, kendi kendinizin başını döndürür, hayali bir kütüphanenin yıldızları altında uzanır ve müthiş bir keyifle okumaya başlarsınız.

Mesela on birinci bölümün girişindeki o cümleyi:

‘Bir benzerimi (kardeşim, eşim, ey nankör okur!) görür görmez tanırım. Bir işaret yeter bunun için: Elinde tuttuğu kitabı tutuşu, ağzından çıkan tek bir cümle, ağzımdan çıkan tek bir cümleyi duyduğu an gözünde çakan ışık-evet bir işaret yeter, bazen fazla gelir. Kütüphanede yollarımız boş yere kesişmemiştir.’

Evet, insan kütüphanede bir benzerini hemen tanır.

Bazen imzasından, bazen de atılmamış bir imzadan.

Çünkü imza, atılsa da atılmasa da imzadır...
Yazarın Tüm Yazıları