Doğu’dan vazgeçmedim ama Batı önemliydi, Kürtçe’den vazgeçmedim ama Türkçe ve İsveççe de önemliydi

Güncelleme Tarihi:

Doğu’dan vazgeçmedim ama Batı önemliydi, Kürtçe’den vazgeçmedim ama Türkçe ve İsveççe de önemliydi
Oluşturulma Tarihi: Mart 20, 2005 00:16

Adı son yıllarda Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında geçen, 28 yıldır İsveç’te yaşayan Mehmed Uzun (52) sürgünden döndü, İstanbul’a yerleşti. Kürtçe yazdığı sekiz romanı 10 dile çevrilen yazar, modern Kürt romanının yaratıcısı olarak değerlendiriliyor.

Uzun, doğduğu topraklara dönme sevinciyle ilk kez Türkçe roman yazdı: Dünü ve bugünüyle hesaplaştığı otobiyografik eseri ‘Ruhun Gökkuşağı’ bu hafta yayımlandı. ‘Kürtçe yazmakla birlikte Türkçe ve İsveççe’yi üvey evlat görmüyorum, onları çok seviyorum. Bunlar entelektüel dillerim, yazarlığımın önemli parçaları’ diyen bu çok yönlü yazarla yazı dili, Nobel ve yazmaya başladığı 19’uncu kitabı konuştuk.

Son dönemde adınız Nobel Edebiyat Ödülü adaylığıyla anılıyor. İsveç’te akademi üyelerinden Bayan Palme’ye uzanan geniş bir çevreniz var. Gerçekten aday gösteriliyor musunuz, ön görüşmelere çağrıldınız mı?

-Ödülü düşünmek ya da konuşmak yerine enerjimi, okurken mutlanacağınız, hüzünleneceğiniz, ruhunuzu kıpırdatacak anlatılar yazmak için kullanmayı tercih ederim. Ne zaman bir gazeteciyle karşılaşsam beni bu konuda zorluyor. Konuşmak istemiyorum. Spekülasyonlardan çok rahatsızım.

Madem rahatsızsınız ilk ve son kez anlatın, spekülasyonlar bitsin...

-Peki o zaman, söyleyeyim de kurtulayım: Evet, zaman zaman bazı akademisyen, yazar ya da kurumlarca aday gösterildiğim bilgisi geliyor. Bu konunun dışında kalmaya özen gösteriyorum. Ödül yazarda hastalık haline gelmemeli, çünkü hayal dünyasını, anlatısını zedeler. Şunu söyleyebilirim: Nobel artık bir Ortadoğulu yazara verilmeli. Hak eden isim Yaşar Kemal’dir. Elbette İsveç Kraliyet Akademisi’nden, Nobel Komitesi’nden dostlarım var. Yargılandığımda, Salman Rüştü’ye göstermedikleri ilgiyi bana gösterdiler. 18 akademi üyesi deklarasyon yayımladı, duruşmama katıldı. Onlarla buluştuğumda ödül konuşmak yerine, dünya yazarı kimliğimi yaşamanın tadını çıkarıyorum.

Türkiye’ye dönüşünüz Nobel ihtimalini etkiler mi? Bazıları, dönüşünüzü Nobel yolunda son etkili hamle olarak değerlendiriyor.

-Çok üzücü, rencide edici bir yorum. Yazarlığı günlük siyasetin ötesinde tutarım. Mezopotamya, Anadolu, Ege’dir kaynağım. Zenginleşmek, olgunlaşmak için köklerime döndüm. Gelişim, kovulmuş bir evladın anayurduna dönüşüdür. Avrupalı, İskandinav, Mezopotamyalı kimliklerimi koruyup İskandinavya’ya ulaşan gökkuşağının daha canlı, iyi anlatılarla temsil edilmesini istiyorum.

Varsayalım Nobel geldi. Ödül sevincini kimlerle paylaşmak, kimlerin bu sevince katılmasını engellemek isterdiniz?

-Öncelikle Yaşar Kemal’le paylaşır, bana bu kaderi reva gören, dilimi yasaklayan, kimliğimi, varlığımı rencide eden, hor gören, kitaplarımı yasaklayanlarla paylaşmak istemezdim. Ayıplarını hatırlatırdım.

Kitabınızda, röportajlarda Beckett, More gibi yazarları örnek gösterip, sürgünle iyi edebiyat bağlantısına dikkat çekiyorsunuz. Sizi bugüne getiren, besleyen sürgün damarı dönüşünüzden nasıl etkilenecek?

-Uzun yıllar yabancı, sığınmacı, sürgün yaşamak hiç kaybetmeyeceğim özellikler kazandırdı bana. Artık sürgünü ruhumda taşıyorum. Bununla birlikte 1992’ye kadar taşıdığım ağır, korkunç yükten kurtuldum. Çünkü sürgün ülkeye dönüş yasaklandığında ağırdır. Edebiyatta kaynağım sürgün yazar geleneğiydi; buna ruhumla ve kalemimle hep bağlı kalacağım. Türkiye’ye dönüş nedenlerimden biri uzun yıllar İstanbul’da sürgünde yaşayan, burada ‘Mimesis’i yazan Alman Musevisi dilbilimci, felsefeci Erich Auerbach’ın hayatını romanlaştırmak.

ÖZKÜRTÇECİ DEĞİLİM

Yaşar Kemal eserlerinizi ‘İlk modern Kürt romanı’ olarak övüyor. Siyasi değil, insani kaygıyla Kürtçe yazdığınızı söylüyorsunuz. Dört lehçeden sadece Kırmançe’yle yazıp diğer lehçeleri ihmal etmek vicdanınızı sızlatıyor mu?

-Kürtçe’nin tümünü temsil ettiğimi iddia etmiyorum. Özkürtçeci değilim. Zengin, modern bir roman dili oluştururken diğer lehçelerden yararlandım, Kiril ve Arap alfabesini öğrenip Kürtçe kaynakları taradım. Avrupa kütüphanelerinde, oryantalistlerin Kafkaslar, İran ve Irak’tan topladığı Kürtçe metinleri inceledim. Herkesin anlayabileceği melez bir sözcük dağarcığı oluşturdum. Yine de ihmal ettiğim lehçeler vicdanımı sızlatıyor. Mesela Zazaca modern bir destan yazmak istiyorum. Henüz dilbilgim buna yeterli değil. Ömrüm yeterse yazacağım.

Kürtçe’nin zengin dil olmadığı söylenir. Bazı densizler karda yürürken çıkan kart kurt sesinden türediğini bile söylemişti. Standart sözlükte kaç sözcük var, siz kaynak tarayıp bulduklarınızla ortalama kaç sözcük kullanıyorsunuz?

-Hiç saymadım. Toplumdan dışlanmış, dumura uğramış günlük Kürtçe elbette edebiyata yetmez. Bölgenin en eski dillerinden biri. Çevresindeki kültür, din ve dillerle zenginleşmiş. Sözel zenginliği yaşatan dengbejler (gezgin ozanlar) ve yazılı kaynaklardan yararlanmasam, geniş kesimlerce anlaşılacak, diğer dillere çevrilebilecek modern roman dili kuramazdım. Zaten zenginliğine inanmasam sürgünde hayatımı böyle çılgın bir uğraşa adamazdım, Türkçe ya da İsveççe yazardım.

Tüm Kürtler romanlarınızı sözlüğe bakmadan okuyabiliyor mu?

-Iraklı Kürtler okuma alışkanlığına sahip. Rahatlıkla okuyorlar. Sınırlı sözcükle konuşan Türkiye’dekiler zorlanabilir. Ama şikayet almadım.

PROTEZ DİL KULLANDILAR

Türkçe ve Türk edebiyatıyla ilgili çok keskin değerlendirmeleriniz var. Mesela Cumhuriyet dönemi edebiyatını ‘resmi ideoloji doğrultusunda ve kötü’ buluyorsunuz. Örnek aldığınız yazar yok mu hiç?

-İktidarın yönlendirmesi ve resmi ideolojiyle yazılanlar kötü edebiyattır. Sağcı, solcu, dinci ya da komünist olması gerçeği değiştirmez. Neyse ki görkemli muhalif edebiyat geleneğimiz, horlanmış, hapsedilmiş, öldürülmüş yazarlarımız var. Bu geleneğe saygılıyım, yazarlarını çok seviyor ve örnek alıyorum: Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Vedat Türkali, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Sait Faik, Yaşar Kemal... Her muhalif iyi edebiyatçı olamaz. Çünkü tuzaklar vardır. Fazla tepkisellik, sınırsız siyasi angajman edebiyatı zedeler. Türkiye, edebiyatını dünyaya duyurmak istiyorsa muhalif yazarları öne çıkarmalı.

Ahmet Arif ve Cemal Süreya’nın, sizin deyişinizle ‘protez dille’ yazması edebi değerlerini azaltır mı?

-Hayır, önemli eserler yazdılar. Yaşar Kemal protez dille görkemli bir edebiyat yarattı. Kendi kültür miraslarındaki sesleri, renkleri, duyguları yeni bir dile aktardılar, bu dili zenginleştirdiler.

Türkçe’deki kirlenmenin hangi boyutundan rahatsızsınız, sadece ideolojik deformasyon mu yoksa vurdumduymazlığın sözcükleriyle konuşulmasından mı?

-İkisi de rahatsız edici. Avrupa’da, İran’da, Irak’ta, Türkiye’de resmi söyleme uygun bir dil yaratılıyor, günlük dilin jargonları bu değer yargılarıyla yeniden biçimlendiriyor. Bireyler bu doğrultuda seviyor, ağlıyor ya da nefret ediyor. Edebiyatçı dildeki bu kirlenmeye karşı durmalı. Irak’taki Kürt edebiyatçılara da söylüyorum: Kürtçe yarın resmi dile, resmi ideolojinin aracına dönüşebilir. Yazarın görevi resmi ideolojinin sözcülüğünü yapmak değil halkın ruhundaki umudun, acının sesiyle yazmaktır.

Edebiyatın salt kurmaca metinlere, romanların zekice oyuna dönüşmesine şiddetle karşısınız. Peki siz, özlediğiniz üsluba, sözel edebiyatın insani sıcaklığını taşıyan ve geçmişin birikiminin üstüne yeni bir tuğla koyan estetik yetkinliğe ne kadar yakınsınız?

-Geçmişten miras kalan sözel geleneği yeni bir üslupla dünya edebiyatına aktarmak başlıca yazarlık kaygım. Geleneği ve bugünün estetiğini öğrenmek için çok çalıştım. Doğu ve Batı’ya ait özgün bir ses yaratmak istedim. 18 kitap yazdım, 10 dile çevrildi. Amatör ruhu kaybetmemeye, çok bilmiş yazarlara benzememeye çalışıyorum. Hedeflerimin ne kadarını başardığımı edebiyat uzmanlarına sormak lazım.

Batı edebiyatındaki kötü, savaşın çıplak anlatımı benim eserlerimde yoktur, diyorsunuz. Kötülük fetişizmi ve şiddet pornografisine mi yoksa romanda denge adına kötülüklerin metne sokuşturulmasına mı karşısınız?

-Batı edebiyatının içinde olmakla birlikte parçası değilim. Doğulu yanım daha güçlü. Duygusallığı, rasyonalizme bağlı kalmamayı, sözü kurarken duyguyu ön plana çıkarmayı önemsiyorum. Batı edebiyatı iyi ve kötü karakterlerle kurulur. Bu Doğulu yazar için bir tuzak. Bahsettiğiniz röportaj Yitik Bir Aşkın Gölgesinde hakkındaydı. Avrupa’da yayımlanmıştı. Hüzün, acı, keder ve aşkı anlatır bu roman. İçinde kötü karakter yoktur. Bu yönüyle Batı roman sanatına, Doğu’dan bir katkıdır. Yazar kendi değerlerini araştırmadan Batılı ölçütlerle yazarsa kendi oryantalisti olur. Çok satar, Batılı’yı sevindirir ama dünya edebiyatına katkıda bulunamaz.

Bir yandan romanın feminen sesle yazılmasını savunuyor, diğer yandan erkek egemen feodal kültürün destanlarını yazıyorsunuz. Yardan mı serden mi geçeceksiniz?

-İkisinden de vazgeçmek istemem. Bu bir paradoks: Doğu’dan vazgeçmedim ama Batı önemliydi, Kürtçe’den vazgeçmedim ama Türkçe, İsveççe de önemliydi. Geleneklerden vazgeçmedim ama modernizm önemliydi. Henüz kadınsı sesi eserime taşıyacak yetkinliğe ulaşmadım. Kadındaki merhamet, mahcubiyet, acıya rağmen anlayışlı yaklaşım edebiyata gereken sestir. Totaliter ideolojilerle tüketim toplumu arasında sıkışmış bireye, dayanma gücü verecek sestir bu.

Mutlu öyküler de yazmak istiyorum, benim de ihtiyacım var

İlk Türkçe romanınızın 28 yıl sonra Türkiye’ye dönüşünüzde yayımlanması rastlantı mı, yoksa tasarlanmış bir edebi merhaba mı?


-Dicle’nin Yakarışı adlı 1000 sayfayı bulan Kürtçe bir nehir roman yazmıştım. Beni çok yordu. Kürtçe dağarcığımın tükendiğini hissettim. İsveççe yerine, geri dönüşe hazırlandığım günlerde, Türkçe yazdım.

25 yıl Kürtçe’yi modern edebiyat yazacak düzeyde kullanma yetisi edinmeye harcadıktan sonra otobiyografinizi Türkçe yazmanızın tek nedeni bu mu?

-Romanlarımı sadece Kürtçe yazmakla birlikte Türkçe ve İsveççe’yi üvey evlat görmüyorum, onları çok seviyorum. Bunlar entelektüel dillerim, yazarlığımın önemli parçaları. Yıllar sonra geniş kapsamlı bir anlatıyı diğer dillerimden biriyle yazmak önemli deneyimdi. Zorlandığım cümleleri İsveççe, Kürtçe yazıp, Türkçe’ye çevirdim. Bu esere üç dilin rengini verdi.

Ruhun Gökkuşağı’nda ‘Ekelöf’ün şiirinde yaşadığı yabancılığı yaşamak için Kürtçe dışında bir dilde yazmalıyım bu kitabı’ diyorsunuz. Serüveninizi 70 milyon kişiye ulaştıracak iletişim yolu neden yabancılaşma etkisi yaratıyor?

-Yıllarca yurtdışında yaşadım. İsveç’te bu eseri yazarken yeniden Türkçe’ye dönmek, yabancılık duygusu verdi. Birçok aidiyetim olmakla birlikte kendime özgü küçük bir dünyam var. Farklı, özgün ses yaratmak bu dünyayı korumama bağlı. Kendimi İsveç’te olduğu kadar Kürt dünyasında da yabancı hissediyorum. Araya koyduğum mesafe edebi dünyamı kurmamı sağlıyor.

Hep kendini, sadece kendini anlatmak edebiyatçısından gazetecisine modaya dönüşmüşken siz otobiyografi yazıp, kendinizden çok doğdunuz toprakları anlatmış, kültürü, dün ve bugünü sorgulamışsınız. Neden?

-Otobiyografi yazarın kendisiyle, çevresiyle, vicdanı ve kültürüyle muhasebesini içermeli. Otobiyografik bir eser yazmam aslında İsveç’teki yayınevimin teklifiydi. Okurlarımın, İsveç’teki akademik çevrelerin kişisel öykümü merak ettiğini söylediler. Türkçesi ve İsveççe çevirisi aynı anda yayımlanacaktı. Ama İsveççesi biraz gecikti. Sonra diğer dillere çevrilecek.

Diğer eserlerinizdeki ağıt teması Ruhun Gökkuşağı’nda kristalleşmiş, bir tür requiem’e dönüşmüş. ‘Hayatımın temeli yaşadığım acılardan görkemli edebiyat çıkarma kaygısıdır’ diyorsunuz. 18. kitapta bunu gerçekleştirdiğinizi düşünüp, kaleminizi umutlu ve iyimser bir kanala yöneltebilir misiniz?

-Ruhun Gökkuşağı’nı tamamladıktan sonra rahatladım, sırtımdan ağır bir yük kalktı. Vicdan borcumu ödemiş gibiyim. Hayata farklı bakmak, mutlu, umutlu öyküler de yazmak istiyorum. Bu yöne gittiğimi hissediyorum, çünkü benim de ihtiyacım var. Ama, yaşadıklarım ve kaderim nedeniyle kötümserim. Günlük politikayı tebessümle izliyor, her şeyin çabuk değişeceğine inanıyorum.

Ruhun Gökkuşağı’nı bitiren bir okurun hangi tavrına, eylemine tanık olmak size ‘iyi ki yazmışım’ dedirtirdi?

-Sürgünün zor yıllarında Stockholm’de bir kafeteryada çörek yiyip, kahve içip acı içinde bile küçük mutluluklar yaratmayı öğrendim. Arzum, bu hüzünlü öykünün okurumda mutluluğa yol açması. Kahveyle çörek yeme, çantasını hazırlayıp Nemrut’u keşfe gitme, Komagene Uygarlığı’nı öğrenme arzusu yaratması. Kendi dünyamın Batılı ve Doğulu yönlerini buluşturmaya çalıştım. Dileğim, iki tarafta da karşılıklı bir entelektüel merak, keşif arzusu oluşturması.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!