Çatlayın ve dahi patlayın!

Güncelleme Tarihi:

Çatlayın ve dahi patlayın
Oluşturulma Tarihi: Ocak 28, 2005 14:22

“Muhtemelen siz bu yazıyı Boğaz sefasından sonra okuyacaksınız ama olsun. Bir parça vicdan azabı çekmeniz için gönderiyorum. Biz burada (sabah 08:00) işe gelmiş çalışrken, ayrıca Istanbul'dan bu kadar uzakta iken (Adana) sizin aynı saatlerde Boğaz keyfi yapmanıza çok bozuldum. En azından Emirgan'da Çınaraltı'nda çay içmeden dönmemiş olun, bir de Ortaköy’de denize en yakın cafelerden birinde kahvenizi için ki, bu soğukta çabucak evinize kaçın. Şaka bir yana, size iyi tatiller! Zuhal İnce”

Gazeteye geldiğimde karşıma çıkan ilk mesaj buydu.

Ben de ZUHAL’E İNAT (J) anlatacağım!..

*

Gece geç çalıştım, 2’de uyudum. Sabah, aylardır ilk defa... biraz siftindim, Zuhalciğim senin işe gittiğin saatte ben pirelerimle hemhâl idim. Ardından atladım arabama (insanın araba sahibi olması meğer ne lüksmüş) Ortaköy’e indim.

Önce, boş ara sokakları turladım. Ortaköy’ün daha moda olmadığı (1980-81), sahildeki ara sokakların boş, evlerin harabe olduğu günleri andım. Caminin rıhtımına oturup, karşı kıyıda yatan Zihni Amcam’a bir selam gönderiverdim.

Sonra, ağır ağır yola koyuldum. Denizi koklayarak, Boğaz’ın ışık oyunlarını içime çekerek.

Küçük Bebek’te, annesinin zoruyla koşu yapan, 16-17 yaşlarındaki kızı görmemiş gibi yaptım. Gri eşofmanından taşan obezitesinden utandığı belli.

Boyacıköy’de, Boğaz’a az bir sırttan hâkim SAHİBİNDEN SATILIK köşke dönüp bakmadım bile, bana bir boy büyük. Ama durağın karşısındaki dar sokağı, Tarihi Çınar Meyhanesi’ni hüzünle seyrettim bir an. Sebebi lazım değil!

Kaldırımdan her an inecekmiş gibi duran o siyah entarili kadın... Çenesinin altından bağladığı beyaz tülbentin üstüne, yağmura karşı zahir, siyah bir başörtüsü atmış, omuzlarına inen. Sürmeli siyah gözleri küstah ve davetkâr. Hani bir araç dursa, sanki...

Yola devam. Bir ara, denize burun verip duruyorum. Radyoda Rumca bir şarkı çalıyor inadına. İniyorum. Yağmur çiseliyor, ama denizi tabak gibi yapmaya kâfi. Karşı kıyıya yakın bir sahil koruma botu seyrediyor, kuğu gibi, darbe darbe uğultusu geliyor rüzgârla. Hayır, denize bu kadar yakın durmamalı. Kıyıyı pislik basmış baksanıza. Boğaz da artık Türkler gibi, Türkiye gibi, çok yakından bakmaya gelmez.

İstinye kavşağını dönerken... işgal edilmiş sırtlar biniyor sanki üstüme. Karşıdan çiğ bir sabah güneşi vuruyor. Bir umut, sarı-beyaza boyanmış, küçük, tarihî (1045 diyor bir levha) Osman Reis Camii’nin önünde duruyorum, kapısı açık mı diye. Nerdee, asma kilit ta yoldan görülüyor.

Karşıdan gelen minibüs bile nostaljik bu saatte. Eskiden ‘pezo’s car’ derdik, hani fazlasıyla süslü taksilere. Minibüs de öyle, her yerinden renkli bir şeyler sallanıyor. Arkasında, imajı tamamlamak üzere, ‘Rahmetli de solladıydı’ yazıyor...

Kalender’de çekiyorum arabayı sahile. Tabelasındaki, ‘Balık’ lafını bir balık resmiyle yazan Balıkçı Hasan’ın karşısında. Bol deniz havası çekiyorum ciğerlerime. Başı önde, elleri cebinde, benim gibi fazla akıllı olmayanları ıslatan yağmurun altında, amaçsız gezen delikanlıyı ‘tanıyorum’ anında. Anlıyorum en azından. Denizi görmüyor gözleri. Belli ki ‘aşk acısı’ çekiyor. Kendi kendine romantizm yapıyor Boğaz’a karşı...

Başımı kaldırıp, Kalender sırtlarına bakıyorum. Boğaz ne muhteşem görünür o tepeden. Hani “dili olsa da anlatsa...” derler ya... Kendi kendime, “İyi ki varsın Serdar!” diyorum, sonra gülüyorum. “Ne demezsin!..”

Kukuletasını başına geçirmiş, kolları bir ileri bir geri, spor niyetine yürüdüğü belli bir hanım yanımdan hızla geçiyor.

Tarabya-Kiraçburnu arasında, Tabya Altı denilen yerden, sanki ta Karadeniz görünür. Kıyısında değil, denizin orta yerinde durmuş, Boğaz’ı seyreder gibi olur insan. Solunda Rumeli, sağında Anadolu yakası, ta uzakta Karadeniz.

Bu saatte Boğaz sakin. Sanki nefes alıp verir gibi, yükselip alçalıyor suları. Sağ cinahtan parlak bir ışık vuruyor, daireler çizen martıları daha bir beyaza boyayan. Ufukta hava puslu, Karadeniz’e çıkan dev tanker bir hayalet.

O esnada, kapısı açık arabadan gelen müzik de (Moby çalıyor) ayrı bir derinlik katıyor manzaraya.

Neyse, ayağımızı yere basalım artık.

Kireçburnu Fırını az ötede. Tamam tamam, midye tava kesin yasak da... iki poğaçaya doktorum bile ses etmez artık. Anacığıma Paskalya çöreği, babaların hasına sıska çocuk halkası’, nefsimi körletmek için de bir üzümlü kek...

Sarıyer’den sırtını denize vererek, ‘karaya’ dalmanın zamanı geldi. Hacıosman’dan inen yağmur sularını yara yara yokuşa sararken... kendi kendimi övüyorum bir yandan, “Aferin Serdar, kıyıdaki teknelere hiç takılmadın, yoksa büsbütün hüzün çökecekti içine...”

Tam bu esnada, teypten Leman Sam’ın sesi duyulmaz mı...

Aman kaptan / Al beni götür denizlere / Aman kaptan / Al beni götür denizlere

Ne yardan, ne serden / Diyenlere sözümüz yok / Yolculuk ne zaman

...

Haydaaaaa!..

Bir “komple” söz konusu olabilir mi dersiniz?

Şaka bir yana, Sevgili Zuhal, Sarıyer’e sırtımı verip gazete yoluna koyulduktan ilk yarım dakika içinde, aziz İstanbul şoförleri, sabah gördüğüm güzellikleri, içimin ferahını, tattığım huzuru... bana unutturup, beni hayata döndürmüşlerdi bile. Egoist, birbirinin hakkına saygısız, herkes keriz tek uyanık... hasılı ilkelliğimiz, yarım dakikada beni silkeledi, titreyip kendime geldim.

Ne demiş Hz.İsa “Kuzularla yaşadığınız için övünmeyiniz, kurtlarla yaşamayı öğreniniz.” Nâsıralı değil de buralı olsaydı rahmetli, “Kurtla, kuzuyla yaşadığınız için övünmeyiniz, öküzlerle yaşayınız” derdi belki.

Yani şu anda gazetedeyim ve “normale” döndüm!

MAALESEF!

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!