Kelimeler çaresizliğimizin işaret fişekleri

Güncelleme Tarihi:

Kelimeler çaresizliğimizin işaret fişekleri
Oluşturulma Tarihi: Aralık 20, 2014 01:15

“Gülümsedi Servet, gözlerinde denizin öte yakasından kuşlar. Şu Ege, efendi deniz hakikaten. Gözlerden bile belli. Sonra konuştu. Zeytinyağı gibi akıyor sözcükler, zeytin yaprağı gibi yumuşacık. Ağlamaya başladı bizim Ozan. ‘Ağlama topraam!’ dedi gözlerinde kuşlar olan…”

Haberin Devamı

Bergama’da doğan Ankara’da yaşayan/yazan Onur Çalı’nın “Eksik Yıl”dan (Komşu Yayınları, 2012) sonraki ikinci öykü kitabı “Geçen Sene Doğanlar” (Ocak 2013) Alakarga Yayınları’ndan basıldı.
Kıpkısa öykülerden oluşan kitabı bitirdiğinizde, bin bir açık uçlu sormaca ile baş başa kaldığınız hissine kapılıyorsunuz. Ağızda ağır ağır eriyen nane şekeri tadındaki öyküler, ferahlık vermekten çok “rahatsızlık” yaratıyor, öylesine yoğun ve yakıcı bir etkiye sahip! Çünkü Ege, deniz, zeytin, renkler ve kediler kadar geleneksel kurallar, mahalle baskısı, yalnızlık, kürtaj, çelişkilere yapılan vurgular ile sistem eleştirileri öyküleri oluşturan öğelerin başında geliyor. Metinlerarasılığın yer verildiği “Geçen Sene Doğanlar” kısa ama derinlikli. Modern anlatı, ironi ve mizah başvurulan teknikler arasında. Etkisi de buradan geliyor, yazarın az sözcükle çok şey anlatabilme becerisinden... Onur Çalı’ya ve metinlerine dair pek çok ayrıntı, Hürriyet Ankara okurları için röportajımızın satır aralarında saklı.
-Bergamalısınız, Ankara’da yaşıyor, çevirmenlik yapıyor ve kıpkısa öyküler yazıyorsunuz. Sizi yakından tanıyabilir miyiz; örneğin kelimelerin aşk olduğuna inanır mısınız?
Ben hiçbir şeye inanmıyorum sanırım. Kelimeler Babil Lanetinin mermileri, dil karşısındaki çaresizliğimizin işaret fişekleri. Belki yalnızca buna inanabilirim, belki. Kendimden kıpkısa bahsedeyim: Bergama’da doğdum, 2002’den beri de Ankara’dayım. Kendimi iki anadilli şanslı bebeler gibi hissediyorum, iki memleketim var. Birinden sıkılsam diğerine kaçabiliyorum. Beytepe’de mütercim-tercümanlık okudum. Ankara Üniversitesi’nde Kadın Çalışmaları bölümünde yüksek lisans yaptım, şimdi de yine aynı üniversitede Dinler Tarihi alanında doktora yapıyorum. Bir kamu kurumunda Mütercim Raif Efendi kadrosunda çalışıyorum. Herkes gibi yaşayıp gidiyorum işte.
-“Geçen Sene Doğanlar”, “yeryüzünün tüm göçmenlerine” önsözüyle başlıyor. Üçüncü kuşak mübadil olduğum için bu sözü kendime ithaf edilmiş sayıyorum. İster göçmen, muhacir, mübadil isterse mülteci olarak tanımlansın; kısacası bu yaban(cı) olma hali ile duygudaşlığınız nedendir?
Aslında hepimiz bu dünyaya atılmış göçmenleriz. Ama kaba gerçeğe dönecek olursak; düşünsenize, sınır dediğimiz şey aslında yok. Olmayabilir. Olmasın! Ama ulusal sınırlar ve bu sömürü düzeni var oldukça göçmenlik hali bitmeyecek. Ben de Balkan göçmeni bir aileden geliyorum. Macır derler bizim oralarda, bilirsiniz. Bizimkiler de bazı sıkıntılar yaşamışlar ilk geldiklerinde, bugün de misafir ettiğimiz göçmen kardeşlerimiz ırkçılığın türlüsüyle karşılaşıyorlar. Yine de şanslı sayılırlar çünkü devletlerin “yasadışı” olarak tanımladıkları göç hareketlerinde binlerce insan ölüyor her yıl. Hüsnü Arkan’ın bir şiirinden alıntı yapacağım: “Bir tekne gibi hissettiniz mi kendinizi hiç?/Boş değil, tıka basa mülteci dolu; hissetmenizi isterdim.”

Haberin Devamı

ÖYKÜ PİYASADA TAŞRA MUAMELESİ GÖRÜYOR

Haberin Devamı

-“Öykü edebiyatın taşrasıdır.” diyorsunuz. Öykü ve taşrayı ilişkilendirirsek, küçük bir kasabada büyümüş olmanızın yazarlığınıza katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?
O sözü, öykücü arkadaşım Barış Acar’la yaptığımız bir söyleşide etmiştim. Edebiyatın “bağzı” klişelerini tiye almıştık o söyleşide. Ama yalan da değil aslında. Edebiyat vitrininde roman ve çoksatarlar daha merkezde gibi. Öykü daha bir taşra muamelesi görüyor. Aslında bu, birçok açıdan da iyi bir şey. En azından, gerçekten arayanlar bulmuş oluyor öyküyü. İyi ki küçük bir kasabada doğmuşum, diye düşünürüm. En azından ilerde sığınacağım bir taşra hayalim var.
-“Elma Blues” adlı öykünüzde ve Aysun Kara ile yaptığınız söyleşide “Topraam” muhabbetine rastladım. Ben “toprakçılık” kavramıyla Ankara’da tanıştım, büyüdüğüm Ege’de değil. Yoksa bu da mı bir ironi? Aslında nereli olduğumuzun pek de önemi yok sanki, ne dersiniz?
Elbette yok. Dünya tek parça bir yer aslında. O yüzden herkes topraamız olabilir. Ben onu biraz da gırgırına kullanıyorum ama Jose Saramago topraamdır mesela. Okyanus Efe de, Festus Okey de, Servet abim de… Ama cennete gideceksin yerini sen seç deseler, Kuzey Ege derim, o ayrı.

Haberin Devamı

BENİM İÇİN EDEBİYATIN RENGİ ZEYTİN YEŞİLİ

-“Define Ağacı” adlı öykünüz, F. Pessoa’dan bir alıntıyla başlıyor: “Hissetmek – ne renktir acaba?” Öykülerinizde renkleri kullanıyor, renklerle düşünmeye yöneltiyorsunuz okurunuzu. Sizce edebiyatın bir rengi var mıdır?
Edebiyatın rengini biz belirleyebiliriz gibime geliyor. Kendimizce. Ve bu renk sabit değil, diğer renklerle karışıp yeni renklere varıyor sürekli. Benim için edebiyatın rengi yeşil, zeytin yeşili. En azından bu aralar böyle.
-Toplumun insana dayattığı her türden baskıyı eleştirdiğiniz öyküleriniz var. Kürtaja bakış açısı, eşcinsellerin göz hizasının altında kalan yaşamları, ahlak kuralları, aşk, geleneklerin kuşatıcılığı ve hatta edebiyat dünyasına dair… Siz, meseleleri olan bir yazar mısınız?
Elbette. Gözü ve vicdanı doğru yerden bakan herkes gibi meselelerim var. Nasıl olmasın? Sizin saydıklarınız yanında, dünyaya ve yaşadığımız topraklara bakalım; eşitsizlik, adaletsizlik, kıyımlar, sömürü, baskı almış başını gider. Öykülerimde sizin gördüklerinizi, “eleştirmek” için yazmadım elbet. O başka bir şey. Ben bunları gerçekten dert edindiğim, bu meseleler canımı sıktığı için yazdıklarıma da yansımış kendiliğinden. Zaten hemdert olmadığınız şeyleri/insanları yazarsanız çok iğreti durabilir. Ki böyle yapanlar, bazı meselelerin “sattığını” gördükleri için bunları yazanlar var.

Haberin Devamı

"GENÇ YAZARIN ÖNÜNDE İNANILMAZ ZORLUKLAR VAR"

- Sait Faik’in “Son Kuşlar”ına selam çaktığınız “Ağaç Baharı”, aslında bir “Gezi” öyküsü. Zeytinime dokunma kampanyasına ve Danıştay’ın durdurma kararına rağmen Soma’nın Yırca Köyü’nde katledilen zeytin ağaçlarına ilişkin düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Bergama’daki altın madeni olayında da yaşadık benzer şeyleri. İşin açıkçası şu bence; dünyada çokuluslu denen ama aslında para dışında herhangi bir değeri ya da ilkesi olmayan “ulussuz” şirketler var. Bunlar dünyayı talan ediyorlar. Derelerimizi, ağaçlarımızı, bizi, her şeyi. Ulusal yargı kararları filan onları bağlamıyor. Hukuksuzca da yürütebiliyorlar işlerini. Bu böyle devam edecek maalesef. Biz de -ağaçlar, insanlar ve hayvanlar olarak- hep birlikte direnmeye devam edeceğiz. Ne gelir elimizden!

Haberin Devamı

-Kitabınız hakkında çıkan değerlendirme yazıları uç uca eklense, neredeyse kitabın bütünlüğüne ulaşır. Öykülerinizden bu denli söz ettirebilmeniz ve olumlu eleştirilerin odağında yer almanız çok kıymetli; bu başarının sırrı nedir?
Bu sözlere ancak teşekkür edebilirim. Aslında, başarı ya da ödül gibi sözcükler edebiyata hiç yakışmıyor. İdeali bu. Ama gerçek dünyaya döndüğümüzde genç yazarın -hele ki öykücü ya da şairse bu genç yazar- önünde inanılmaz zorluklar var. Binbir güçlükle kitabınızı yayımlattınız diyelim, bu sefer de eğer kitap –Salah Birsel’in deyimiyle- bösböyük bir yayınevinden çıkmamışsa, dağıtım ve telif sorunları bekliyor sizi ve kitabınızı. Bahsettiğiniz türden yazılar ve ödüller sizin elinizden tutuyor, biraz olsun yolunuzu açıyor. İşte bu yüzden önemliler. Yoksa bu edebiyat piyasası denen şeye söylenecek tek şey var: Bat Piyasa Bat!

"FANZİNLER YATAK ODASIDIR"

-“Türler arasında tek eşliliğe inanıyorum. Öykü-tiyatro, mektup-senaryo, sinema-roman gibi…” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız; kısa öykü dışında başka türler üzerine de kalem oynatıyor musunuz?
Daha önce bahsetmiş olduğum Barış Acar’la yaptığımız o söyleşide etmiştim bu sözleri. Yine ince alay amaçlıydı. Dar tanımlardan, öyküye kendi kafalarındaki elbiseleri giydirmelerinden duyduğum rahatsızlıktan ötürü. Oysa metinleri tanımlamak, türlere ayırmak da sınır çizmek gibi bir şey aslında. Üstelik yazan kişiyi çok da ilgilendirmeyen şeyler. Benim elim öyküye gidiyor, o yüzden odağımda öykü var ama şiir de yazıyorum kendi kuytu köşemde. Bir ara romana heves ettim ama itiraf etmem gerekir ki devam edemedim. Çok parçaya bölündüğüm bir hayatın içinde romana yeterli zamanı ve enerjiyi ayıramadım. Öykü daha kısa aralıklarda yazılabiliyor, işteyken öğle aralarında bile yazabiliyorum. Ama roman daha uzun bir dönem ve yoğunlaşma istiyor. Belki ilerde, emekli olduğumda yazarım. Yani eğer altmış beşimden sonra hala yaşıyor olursam.

-Fanzin mantığını sanal ortama taşıyor, PARŞÖMEN Sanal Fanzin’i hazırlıyorsunuz. Dergiciliğe alternatif bir yaklaşım olarak doğan fanzinlerin, edebiyattaki varlığı sizce nasıl bir güç oluşturuyor?
Dergiler için edebiyatın mutfağı derler, doğrudur. Eğer dergiler mutfaksa, fanzinler de yatak odasıdır. Asıl üretim orada. Latifesi bir yana, iyi bir edebiyat okuruysanız, dergilerin yanı sıra fanzinleri de takip etmelisiniz. Naçizane tavsiyem budur. Çünkü en genç, en deneysel ve yeni metinler oralarda çıkıyor ilkin. Hem de kariyerist olmayan bir yaklaşımla ve kolektif bir üretimle. Daha ne olsun! Son yıllarda internet kullanımının yaygınlaşması, hem basılı dergileri e-yayıncılığa zorluyor hem de yeni ve yalnızca internet üzerinden yayın yapan yeni oluşumları ortaya çıkarıyor. İyi midir kötü müdür, tartışılır. Önemli olan nitelik bana kalırsa ve birçok bildiğim fanzindeki (hem basılı hem sanal) ürünlerin basılı edebiyat dergilerinde yer alan ürünlerden aşağı kalır yanı yok. Ben Parşömen’le ilgileniyorum evet ama hem arkadaşlarımın hem de bazen hiç tanımadığım, sadece edebiyat ortaklığı kurduğumuz birçok insanın da emeği var. Daha çok edebiyat odaklı olmak üzere yoğun bir üretimi var Parşömen’in. Bu da beni her gün edebiyata ilişkin bir şey yapma konusunda motive ediyor.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!