Bizim Bruno

Hafta sonunun yine tümünü, televizyon karşısında gazetelerle boğuşarak geçirdim.

Dinlenme niyetiyle böyle bir şey yapıp, her seferinde bir sonraki haftaya bir öncekinden daha yorgun başlamam da nasıl bir şeydir, varsa cevabını bir bilen, sormak isterim?..

Bir ara müzik kanalı VH1’da, Madonna ve Michael Jackson’ın 90’lı yıllardaki performansı kıyaslanıyordu. Bir Madonna klibi, bir Michael Jackson klibi, araya defne yaprağı...

Netice?: Michael Jackson’ın kliplerinde artık dayanamayıp zaplamaya başladım. Şarkıyı atlattıktan sonra Madonna’ları izlemek için kanala geri döndüm.

Ve insanın duracağı yeri bilmesinin ne kadar önemli bir meziyet olduğu üzerine derin tefekkürlere daldım.

Ki bendeniz de hiçbir zaman duracağı yeri bilememiş, muhtemelen de bilemeyecekler kategorisine dahil, hatta yakın çevresinde bu konuda ‘haklı şöhret’e - hastasıyım bu klişenin; ayakkabı denercesine denemek istiyor deli gönül- sahip biriyim.

Buna rağmen Michael Jackson olsaydım Naomi Campbell’ın da rol aldığı siyah-beyaz klipli In The Closet’dan sonra ne bir daha müzik yapar, ne de bir daha burnumu yaptırırdım. Bunun yanında, muhtemelen bizim fani bedenimiz toprak olduktan sonra da Madonna’nın taş gibi bedeni ve mesele popsa, taş gibi müziği payidar kalacaktır.

Ne kadın be...

Hani hard-hetero bir insan olmama rağmen kendisine arzu filan duyuyorum; bunu da dünyada hepi topu üç kadın için söylerim yani. (Diğer ikisi edebiyata intikal etmiş olduğu ve Madonna’yla karşılaşma ve flört etme durumumuz sıfırın altında bir ihtimal ihtimali içerdiği için, ömrümün sonuna kadar yine erkeklerle muhattap olacağım demektir. Kim olduğunu hatırlayamadığım veciz bir şahsiyetin demiş olduğu gibi: ‘Hayatta basit şeylerden hoşlanıyorum: Meselá erkekler...’)

Sonra, hafta sonunun ilerleyen saatlerinde, bir yerlerde karşıma bir anons çıktı; kimyam değişti. Evde dolap deşerken, bizim lisede birkaç arkadaş birlikte tuttuğumuz günlükleri bulmuşum; bir anda ne göreyim?: Digiturk’un Comedy Max kanalı, Moonlighting / Mavi Ay’ı bu satırların kaleme alındığı gün (Klişeye gel!?) (Pazartesi) tekrar yayınlamaya başlıyor.

Açmakta beis yok; biz, o günlüğü birlikte tuttuğumuz bir arkadaşla, fanatik Bruce Willis’çiydik.Tam günlüğü gözden geçirirken, Bruce Willis’in kenarına kalp resimleri çizilmiş ismini habire, habire, habire önümde görürken, bir yandan da karşımda, ekranda, anonsu görünce bir fena oldum.

Tarih, 80’lerin ikinci yarısına tekabül eden bir tarih...

Mavi Ay’ın Türkiye’de yayınlandığı dönemlerden çok evvel İzmir’de, Yunan ulusal kanalı EPT’de, diziyi, orijinal dilinde yayınlarken, sapıkça izler, hayatta hakikaten komik, hakikaten güzel, hakikaten seksi, hakikaten kendiyle dalga geçebilen; işte, kadınlar bir erkekle münasebet kurarken neye düşerse, ona tekabül eden bir erkek türü var zannederdik.

(Orijinal dilinde demem de şundandır: Rahmetli Alev Sezer, Bruce Willis’i en iyi konuşan dublajcıydı; fakat Bruce Willis’in duyduğunda aşka düşülesi bir sesi vardır ve şahsen bünyem Bruce Willis’i, Alev Sezer haricinde bir sesle duymaktan yana fena hálde zorlanmaktadır.)

80’lerde ergendik biz. ‘Esas kayıp kuşak biziz’ demek isterim bir kez daha. Apolitik olmaya koşullanmış ve rüküşlükle başbaşa bırakılmış: Daha önce söylemiş miydik???

Ondan da evvel Mavi Ay’ın ilk dizisini videocudan film zannederek kiralamıştık. İlk iki bölüm, bir film gibi pazarlanıyordu.

Ve zaman, video zamanıydı. Saçı mandallı Hülya Avşar’lı ve sınıf atlama derdinde olmadığını karakter meselesi yapan ve bunu gerçekten saçmasapan yöntemlerle ortaya koyan minibüs şoförü ‘karakterlerini’ canlandırmayı iş edindiği İbrahim Tatlıses’li video filmleri filan, rağbet görüyordu.

O dönemlerde Bruce Willis, benim eski kitapçılardan, en kıçıkırık dergide yayınlanmış en kıçıkırık fotoğraf karesini para karşılığında topladığım ve duvarıma yapıştırdığım şöhrettir.

Dolayısıyla, kıçıkırık bir hezeyan geçiriyorum gibi görünüyorsa ve bu görüntüden öte, doğruysa, kusura kalınmasın...

Ben vallahi Bruce Willis’e aşıktım. Adamı ‘gerçek’ sanırdım.

Sonradan mevzu tabii ki her aşk hikayesinde olduğu üzre ama benim zaviyemden daha da çirkin bir şekilde algılandığı üzre, çirkinleşmiştir. Bruce Willis, Bush’çu ‘çıktı...’

Çıka çıka bu yani...

Ben ki herifin (Bruce Willis’in yani) lisede, İspanyolca dersinde edindiği lákabını başlığına yerleştirdiği şarkı albümünden (Return of the Bruno) bile edinmiş bir gerizekalıyım, omzundaki yara izine, yeşil ‘tonları taşıyan’ gözlerine ve gamzelerine fena hastayım.

Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en salak filmlerinin bazılarında rol almış olmasına rağmen (Gecenin Rengi) tüm filmlerini bilmem kaç kere izlemiş bir seyirlik müptelasıyım.

Eski gözümle, dizideki David Addison’a nasıl bakabileceğim? Meraktayım.

‘Beni Irak’a gönderin de ABD için savaşayım’ diyen bir herif...

Bunu yaparken, bir yandan sette kolu molu yandığı için yapım şirketine tazminat davası açan bir herif... Kepazelik yani.

Zor Ölüm’deki o meşhur dize gibi:‘Yippi-ka-yey motha’fucker!’ (Zor Ölüm’deki repliğinden alıntıdır.) Aman aferin...

Bunun yanında, şunu da biliyorum: Hiçbir sürprizle karşılaşmayacağım. Zira tüm diziler ezberimde zaten. (Video sağolsun.)

Peki ben bu anlamda Semraanım’ı da gerçek kaynanam zennediyor olabilir miyim? Şurda iki satır dalgamızı geçmeye çalışıyoruz, müsaade etmiyorsunuz; ilahi:

Siz var ya siz; bizi gidi biz...
Yazarın Tüm Yazıları