Park yeri

Arabayla fırlıyorum.

Haberin Devamı

Çok yoğun bi gün. Yine...
Gerçi bu cümleye gülüp geçiyorum artık. Hangimizin hangi günü yoğun değil ki?
Herkesin yoğunluğu da, derdi de kendine çok.
Yoğunluk ve acele ikiz kardeş oldu hayatımızda.
Kafamda yapılacaklar listesi, her birinin zamanlaması, sıralaması öyle bir ayarlanmış durumda ve her biri öyle çok konuşuyor ki, kafamdaki seslerle sürekli pazarlık etmekten perişanım. Arada nefes almayı unuttuğumu fark ediyorum. Nefes almayı kendime hatırlatmak zorunda kalmama içerliyorum.
Sanki ölüm mü var işlerin sonunda? Yok.
Sürekli kendime “nefes al Yonca, aceleden hata yapma, sakin ol” telkinleri yapıyorum.
Esas sıkıntım her şey planladığım gibi gitmezse Aslan Cem’i almak için okula yetişememek ve çocuğun ortada kalması.
Kan ter içinde, hedefe varıyorum.
Koca binanın mezar gibi sürekli yerin dibine doğru döne dolaşa ve hani azcık dikkat etmezsen duvarlarına arabayı sürterek inecek olduğun otoparkında yerin dibine inmeye başlıyorum.
Film gibi.
Arabanın tekerleklerinden çıkan gıcırtı sesi, lastik hısslaması, başka arabaların sesleri her şey ve hepsi karışmış birbirine.
Egzoz kokan yapışık sıcak boğucu bir hava, bitmeyen lastik gıcırtısı ve hıssslama… Girdap gibi döndükçe dönen, ruhunu emen daracık yol.
Otopark ışıklarının tonu da hipnotize eder insanı.
Otoparkın birinci katına vardım. Hınca hınç dolu.
2. kata geldim.
Dolu.
Aynı daracık yola girdim yine.
Tekerlek gıcırtısı, hıssslama sesi, havasızlık, otopark ışıkları...
3. kata indim.
Boş bir yer gördüm. Burnumun dibinde. Giriş kapısına uzak ama.
İçimden ilk gördüğüm bu yere park etmek geçerken tam, kafamdaki sesler avaz avaz: “Burası kapıya uzak. Daha iyi bir yer bulabilirsin. Daha iyi, daha yakın, daha başka bir yer bulmalısın. Daha iyisini ara, buraya girme. Girme, girme ve dön dolaş daha iyisini bul. Ara, ara, ara. Zaman akıyorrr, ara ara...” diye bağırmaya başladı bana.
Of nasıl bunaldım. Yeter be yeter! Gözümü kapadım ve kafamdaki mükemmelliyetçi kılıklı işgüzar budalaya “kapa çeneni!” dedim.
O gördüğüm yere de bi güzel park ettim. Oh be!
Arabadan indim.
Kapıya yürüdüm sakin sakin işlerimi hallettim.
Bastım okula gittim.
Yine aynı şey.
Okulun yakınında arabaları park edecek olduğumuz yolda cinnet geçiren ana baba trafiği.
Oysa şu sağımda boş bir yer var. İkidir geçiyorum önünden.
Herkes, belli ki kafasındaki sese yenik düşmüş, sürekli dönüyor daha iyi, daha yakın, daha kuş kondurulmuş bi park yeri arıyor.
Oysa hepimiz görüyoruz bu boş yeri. Hepimiz önünden geçip gidiyoruz.
Kararımı verdim, herkesle bir deli divane gibi dönüp dolaşmayı kesip o gördüğüm yere park ettim.
Ben kapıya geldiğimde hala daha dönen arabalar vardı aynı yolda bi aşağı bi yukarı.
Aceleleri de vardı.
Hep var acelemiz ve zamanı yakalamak istedikçe kaçırıyoruz sanki.
Arabamı sözüm ona, uzağa park etmiştim oysa değil mi?
Gülümsedim kendime.
Yazık be kızım sana, dedim.
Bunca sene ne çok park yeri aradın durdun.
Hayat çok basit aslında. Gözünün dibine kolay bir seçenek sunuyor.
Ama sen daha iyi bir çözüm, daha iyi bir seçenek aramaktan geberiyorsun.
Nasıl bu hale geldik bilmiyorum; ama hayatımızı sürekli daha doğru, daha iyi, daha yakın, daha bilmem ne peşinde koş diyen sesler yüzünden sürekli harcıyoruz gibi.
Günün sonunda çıplak geldik, çıplak gidicez.
Bu kadar basit.
Ama ne tantana...
Park yeri ararken geçirdiğim cinnet, harcadığım zaman, dur kalk manevra, sağa sola el kol ve küfür, çevreye saçtığım kötü gaz, harcadığım benzin, o bu şu diye bakarsam olaya...
Neredeyse benim o Dünyayı kurtaran adam.
Galiba olay, varacak olduğun yere nasıl vermek istediğinle de alakalı.
Döne dolaşa can çekişerek zaman kaybettiğini düşünerek allı pullu çöküntü içinde mi?
Burnunun dibinde duran uzak gibi görünen sade ve işe yarar çözümle zaman kazandığın için keyifle mi?
Bak orda bir boş yer var.
Ver sinyali...
Park et.

Haberin Devamı

Yonca
“kaptan”

Yazarın Tüm Yazıları