Bir resmin kalmış bende, tam ortadan yırtılmış!

İKİ genç oyuncunun geçen yaz başlayan aşkları, geçen gün bitmiş. Haberi gazetede okudum, ikisi de son derece tanınmış oyuncular, kız güzel, oğlan yakışıklı.

Haberin Devamı

Dışarıdan baktığınızda “Birbirlerine ne kadar yakışmışlar” diyebileceğiniz bir çift.
İsimlerini burada tekrarlamıyorum, muhtemelen artık isimlerinin bir arada yazılıp çizilmesinden de hoşlanmayacaklarını düşündüğüm için. Amacım kimseyi kırmak değil çünkü.
Çiftin ayrıldıklarını gazeteciler takip ettikleri sosyal medya hesaplarından öğrenmişler.
Birbirlerini sosyal medyada takip etmeyi bırakmışlar, “arkadaş” listesinden çıkarmışlar, Instagram’daki fotoğrafları silmişler.
Bunun artık yeni oluşmakta olan bir davranış biçimi olduğu anlaşılıyor. Yakında “gelenek” demek zorunda da kalabiliriz.
Çünkü bunu ilk kez duymuyorum, daha önce de magazin dünyamızın kahramanlarının biten ilişkilerinden sonra böyle yaptığını okumuştum.
Eskiden, yani dijital fotoğraflar çağı başlamadan önce, ayrılan çiftler birlikte oldukları fotoğrafları keserlerdi.
Kadın ya da erkek, ayrıldıktan sonra eldeki fotoğrafları tarar, elde makas dekupaj işlemine girişirlerdi.
Kafası oyuk vücutlar, omza atılmış bir kol ama kolun sahibinin kim olduğunu anlayamıyoruz, çünkü o kesilip atılmış!
Böyle çok fotoğraf görmüşlüğüm var.
Şarkısı bile var: “Bir resmin kalmış bende, tam ortadan yırtılmış, / Hani siyah kazaklı, biliyorsun değil mi? / Gözlerimden süzülen birkaç damla anıda, / Senin sıcaklığın var, anlıyorsun değil mi?”
Fotoğrafların yırtıldığı zamanlarda da bunun saçma bir eylem olduğunu düşünürdüm, şimdi de fikrim değişmiş değil.
Arada bir bakıp tebessüm ederek hatırlayacağı bir anısının olması insan için iyidir diye düşünürüm.
“Birlikte şu kadar süre geçirmişsin, aklında kalması gereken şey esasen yaşadığın güzel günler olmalı” diye bakarım ama sanıyorum benim gibi düşünenler azınlıkta.
Birisine âşık olduğumuzu düşünmeye başladığımız zaman esasen kendi egomuzu tatmin etmeye yönelmiş olarak buluruz kendimizi.
Sevdiğimiz insanda, çoğu zaman onda hiç olmayan özellikler vehmederiz.
O en güzeldir, en akıllıdır, en masumdur.
Gözlerinin parıltısı kimsede yoktur, bedeninin ışıltılı alımlılığına kimse sahip değildir.
Kral Midas nasıl altına olan aşkı nedeniyle her dokunduğunun altına dönüşmesine neden olduysa, aşk da insanda buna benzer bir sonuç yaratır.
Bizim dokunduğumuz “altın” olur, ayarı da mükemmeldir, dedikoducular o altın zannettiğimiz şeyin aslında iyi cilalanmış bakır olduığunu söyleseler de kulak asmayız.
Çünkü insan kendisini beğenmezse çatlar ve kendisini bu kadar beğenen bir varlığın, kendisinden daha “düşük ayarlı” birisine âşık olabileceğini kabul edemeyiz.
Sevdiğimiz kişi, ideal egomuzun yerini alır ve ondan aslında hiç beklemememiz gereken şeyleri de talep etmeye başlar.
Unuttuğumuz şey ise karşımızdaki kişinin de aslında bir “gerçek varlık” olduğudur, bütün defolarıyla, karakterindeki iniş çıkışlarla, bizim gibi gerçek bir insan!
Aşk ilişkisinin ilerlemeye başlaması ile birlikte bu gerçekle daha çok yüz yüze geliriz.
“Aşkın ömrü iki aydır, üç yıldır, beşinci yıla dikkat” gibi önermelerde doğruluk payı elbette vardır ama bu doğruluk payı, bu yargıyı dile getirenlerin kişisel deneyimleriyle ilgilidir.
Sizin üç ay ömür biçtiğiniz aşka, başkaları sonsuza kadar ömür biçebilirler, çünkü herkesin deneyimi farklıdır.
Hiç bitmeyen bir aşkla birbirlerine sonsuza kadar bağlı olanlara ne mutlu diyelim ama biliyoruz ki aşk ilişkisi de bitebiliyor.
Taraflar daha yakın zaman önce birbirleri için ölmekten söz ederken, bir anda “Canı cehenneme” noktasına gelebiliyorlar.
İşte o noktada, âşık olma sürecimizi bu kez tersinden yaşamaya başlıyoruz.
Theodor Reik, “Aşk ve Şehvet Üzerine: Romantik ve Cinsel Duyguların Psikanalizi” (Say Yayınları, Çeviren: Ali Kılıçlıoğlu) isimli eserinin birinci cildinde şöyle diyor:
“Kaybolmakta olan aşk, kayıtsızlıktan çok nefrete yakındır ve aşkın bilinçdışı başlangıcı olan nefret, aşkın bitişini de belirler. Duygusal bağımlılığa karşı başkaldırı yenilenir.”
Bu kez kafanızın içinde geri dönüşler başlar.
Geçmişte söylenen bir söz, bir davranış sinemadaki “flash back” tekniği gibi içinizde beliriverir ve kendinizi bu davranış ya da sözler nedeniyle gururu kırılmış birisi olarak hissedersiniz.
Eskiden bizi büyüleyen her şey, büyünün ortadan kalkmasıyla beraber kendi gerçeğine dönmeye yüz tutar, bir de bakarsınız altın zannettiğiniz şey gerçekten de bakırdan başka bir şey değilmiş.
Bakın Reik ne yazmış:
“Kişinin kendinden duyduğu tatminsizlikten, nesneyle ilgili hayretinden, hayranlık, imrenme, düşmanlık duygularından başlayan kaçınılmaz ritmik bir hareket vardır; bunların hepsi güçlü bir tepki oluşumuna, aşka yol açar ve bunu, aynı yol üzerinden ters yönde giden karşı hareket izler. Kendimizi bu döngüye bırakmaktan alıkoyamayız.”
Sanırım, biten bir aşk ilişkisinin ardından fotoğrafları sosyal medyadan silmek ya da eskiden olduğu gibi o kişiyi fotoğraftan kesip çıkarmak, arkadaş listesinden atmak, hatta telefonunu bile rehberinizden silmek gibi davranışların nedeni bu.
Ama dedim ya, ben bunu hiç ama hiç anlayamıyorum.
Fotoğraflarını silebiliyorsun, sosyal medya hesabından atabiliyorsun da kafandan atabiliyor musun?
Mesel budur.
O da o kadar kolayca halledilebilecek bir şey değildir, sıkı zaman gerektirir.
Öfke geçinceye kadar beklemek, seni çok rahatsız ediyorsa o fotoğraflara bir süre hiç bakmamak daha doğru bir davranış gibi geliyor bana.
Bütün o kötü duygular geride kalıp da o fotoğraflara bakarsan, yüzünde tatlı bir tebssüm oluşur, çünkü kötü şeyleri değil, iyileri hatırlamak insan hafızasının bir başka özelliğidir.
Bütün yaşadıklarınızı gözünüzün önünden geçirdiğinizde şunu söyleyebileceğinize bahse girerim:
Sevip de kaybetmek, hiç sevmemiş olmaktan çok ama çok daha iyi bir duygudur!

Yazarın Tüm Yazıları