Boğaz’ın altı da sır, üstü de

Güncelleme Tarihi:

Boğaz’ın altı da sır, üstü de
Oluşturulma Tarihi: Eylül 05, 2014 01:12

Boğaz manzarası kimini büyüler kimini efkârlandırır. Beni meraklandırıyor. İstanbul’un gizli yeraltı tünelleri oraya çıkar; geceleri hayalet gemiler onun sularında dolaşır. Bu defa sizin için Boğaz’ın sırlarına daldım. Mecaz yapmıyorum; gerçekten daldım.

Haberin Devamı

Canımın çok sıkıldığı günler işi gücü bırakıp Boğaz’a inerim. O derin mavilik, karşı kıyıdaki yalılar, Şehir Hatları vapurlarının trafiği iyi gelir içimdeki fırtınaya. Geçenlerde yine çok daraldım, kendimi Bebek sahiline attım. Yalnız kalmak istiyordum ama mümkün mü? İstanbul’un bütün avareleri orada.

Üstelik görmek isteyeceğim son insan, Bay Ukala da... Geçmişe mazi dedik ama yenmiş kuzuyu hâlâ hazmetmeye çalışıyor bizimki.

Beni görür görmez gerine gerine geldi. “Canım sıkkın da biraz” dedim, “Kendimi Boğaz’a attım”. Hani belki halden anlar da fazla üstelemez diye...

ANAVAŞYA PEŞİNDESİN!

Boğaz’ın altı da sır, üstü de

Zaman insanları değiştirmiyor işte, sanki hiç ayrılmamışız gibi bir edayla “Tatlım” diye başladı lafa... Ki ukalalık etmek istediğinde hep böyle hitap eder. “Belki de Boğaz’ın altından geçen o gizli nehirle aranızda bir bağ vardır. Ta 35 metre derinden Karadeniz’e doğru akan o sualtı nehri, senin dertlerini de taşıyordur”.

Haberin Devamı

Boş boş bakmamı hiç umursamadan neşeyle devam etti: “Buldum! Sen anavaşya peşindesin!”

İşte beni gafil avlamayı becerdi. Bir atmaca gibi beklediği soruyu sordum: “O da ne?”

“Malum, Boğaz Karadeniz’le Marmara Denizi arasında uzun bir koridor. Hiç aklına gelmez ama ta Atlas Okyanusu’ndan gelen minik balıkçıklar Boğaz’dan geçip Karadeniz’e doğru yol alır. Tıpkı senin o incir çekirdeğini doldurmayan dertlerin gibi... İşte buna da anavaşya derler. Tam tersine hareketi sorarsan...”

Sormamıştım ama önemi de yoktu. Cevap bütün ukalalık tonlamalarıyla birlikte geldi: “O da katavaşya...”

İlhamın nerede geleceği belli olmuyor işte. Anavaşya, bana bu yazıyı yazdıran sözcük oluverdi. Neşem yerine geldi, maziyi oracıkta unutup onu kahveye davet ettim. “Hadi” dedim, “Bana Boğaz’ın sırlarını anlat”... Bizimki de bütün bilgilerini satacak olmanın hevesiyle koşa koşa geldi. Yine “Tatlım” diye başladı lafa... “Burası sırlar şehri... Deniz altında fersah fersah hikâye yatıyor. Ve çok şanslısın ki sana hepsini anlatmaya hazırım”.

Haberin Devamı

BİN YILIN İNTİKAMI DENİZCİLERİN ELİNDEN

Boğaz’ın altı da sır, üstü de

Az sütlü filtre kahvenin yanına iki parça da çikolata koydum ve seans başladı.

“Anadolukavağı’nın tepesindeki kaleyi bilirsin. Hani bir kere midye yemeye gitmiştik de sen ‘Tepeye kadar yürüyemem’ demiştin. Neyse... Bin yıl önce o kaleyle Rumeli yakasındaki kalenin arasında denizin altından bir zincir geriliymiş. Bilmeyene tuzağın kralı anlayacağın. Ve o zincir sayısız gemiye ve denizciye mezar olmuş. Bugün dalanlar zinciri göremiyorlar. O da canını aldıklarıyla birlikte dibin de dibinde şimdi... Bazıları da o denizcilerin bir gün zinciri kırıp suyun üzerine çıkacaklarına inanır. Karaya çıkıp bin yılın intikamını alacaklarına... Ne o, korktun mu yoksa?”

Cevap bile vermedim.

Haberin Devamı

“Bilirsin” diye devam etti: “Murat Bardakçı’yı çok severim. Hiç unutmam, yıllar önce Boğaz’ın sırlarına dair muhteşem bir yazı yazmıştı. Kesip saklamıştım, istersen bulurum. İstanbul’un altında yeraltı tünelleri olduğu kadim bir efsanedir. Bir ucundan girermişsin de bütün şehri dolaşıp kimseye görünmeden çıkarmışsın da... Bizans imparatorları hep buralardan yürürmüş de... Gizli aşklar, gizli örgütler ve gizli işler hep buralarda dönermiş de... Hatta ve hatta Fındıklı’dan dehlize girip Üsküdar’dan çıkıverirmişsin de... Falan filan... Bardakçı bu dehlizleri keşfetmişti yıllar önce. İçlerinde dolaşıp yazmıştı. Duvarları tuğlalarla örülüymüş. Her tünel başka bir yola açılıyormuş. Kendisi de buralarda gezmiş. Ama hiçbir adres vermemişti. Haksız da değil, adresi alan kazma kürekle giriverir maazallah!”
Bu üst perdeden konuşmadan o kadar sıkıldım ki birden yerimden fırlayıverdim: “Ben Boğaz’ın dibini görmek istiyorum!”

Haberin Devamı

“Hahaha, şişe mi bu yavrucuğum?”

“Benim dalgıç brövem var Bay Herşeyibilen, yoksa senin yok mu?”

Neyse lafı uzatmayayım, bu gergin konuşmadan iki gün sonra İstanbul’daki dalış ekiplerinden biriyle kendimi Adalar’ın derinlerinde buldum. İçimde öyle bir his vardı ki, bir batığın kenarına geleceğim, içine doğru meyledeceğim ve yüzyıllardır kayıp genç bir adam bana sırlarını fısıldayacak...

Kendimi suya bırakıp ben daha çok küçükken, Boğaz’da batan bir Lübnan gemisiyle dibi boylayan yüzlerce koyunu düşünüp, “Ya koca bir tüy yumağıyla karşı karşıya gelirsem” diye endişelenirken onları gördüm. Neredeyse şeffaf, morlarla kırmızıların sarılara karıştığı o küçük şeyleri... Deniztavşanlarını. Meğerse Sivriada’nın etrafındaymışız. Denizatları, deniziğneleri ve kim bilir hangi evlerin sırlarını taşıyan amforalar... Kendimi onlara kaptırmıştım ki, dalış arkadaşlarımdan uyarı geldi. Denizin yüzeyine çıktığımda kızgın yüzler gördüm. “Hayırdır?” “Kendi başına hareket edip durma. Buradaki akıntıyı bilmezsin. Seni Mudanya’dan toplamayalım sonra...”

Haberin Devamı

Eh, herkes de başöğretmenliğe amma meraklı! Aralarından en yakışıklı olanı kısık sesle sordu: “Bizimle bir sır paylaşmak ister misin?”

Talihli bir insanım!.. Meğer Sedef Adası’ymış o sır. Altında Bizans batığı olduğu için dalış yasakmış ama işte birlikte olduğum bu maceraseverler, kurallara karşı gelmeye karar vermişler. Tam bana göre! Derinlere inmeye başladık hep birlikte. Karşımıza balıkçı ağlarının sardığı koca bir kayalık çıktı. Hayalet Kaya! Adı bile yeter... Etrafındaki beyaz mercanlar da cabası.

AYNA GEMİNİN ESRARI

Boğaz’ın altı da sır, üstü de
Bizans batığına varınca nefesimi tuttum. Yanımdaki yakışıklı daha teknedeyken anlatmaya başladı: “Aynalı Gemi’yi bilir misin?”

Hayır, bilmiyorum tabii ki.

“Bizans İmparatorluğu, dünyanın en büyük krallığıydı biliyorsun. Bir dönem imparatorluk yiyecek sıkıntısı yaşamış. İmparator bir emirle bütün büyücüleri ve cadıları toplatmış, hepsini Boğaz’a getirip mahzenlere tıkmış. Kış olup da kıtlık başlayınca onları aynadan yapılmış bir gemiye bindirip Boğaz’ı baştan sona gezdirirmiş. Gemi, mahzenlerde tutulmaktan perişan olmuş bu büyücülerden yükselen haykırışlarla efsunlanırmış. Buna dayanamayan balıklar da akın akın karaya vururmuş. Bazı büyücüler de kendilerini suya bırakırmış. Söylenene göre İstanbul fethedildiğinde gemi hâlâ oradaymış. Sonrası meçhul... Bazen balıklar karaya vurduğunda denizin dibinde yaşamaya devam eden o büyücülerin haykırdığına inanılır”.

Hikâyenin başında tuttuğum nefesimi öyle bir bıraktım ki, dipteki o iyi sıhhatte olsunlar yerinden oynadı. Neyse ki Bay Yakışıklı lafı fazla uzatmadan “Akşam ne yapıyorsun?” diye sordu da, biraz olsun gevşedim.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!