GeriSeyahat Loire’ın kıyısında
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Loire’ın kıyısında

Loire’ın kıyısında

Julien Gracq, 20’nci yüzyıl Fransız edebiyatının temel taşlarından ‘nev-i şahsına münhasır’ bir yazar. Genç kuşakların tam tersine antimedyatik, antisosyal, antipolitik bir duruş sergilemiş, şöhret ve tanıtım kampanyalarının uzağında kalmayı başarabilmiş. Asıl adı Louis Poirier olan, ‘Julien Gracq’ takma adıyla yazdığı, bazıları dilimize de çevrilen ‘Ormanda Bir Balkon’, ‘Argol Şatosu’, ‘Trablusgarp Kıyısı’ gibi kitaplarından tanıdığımız bir efsane yazarın evini görmek için Saint Florent-le vieil’de Loire Nehri’nin kıyısındaydım.

Irmağın sesini dinliyorum. Başka ses duyulmuyor. Fransa’da değil bir tropikal iklimde, dünyanın ucundayım sanki. Her yer ağaçlarla kaplı, her yerden yeşil fışkırıyor. Akışı hızlı bir ırmak Loire, evini ziyarete geldiğim Julien Gracq’ın kitaplarında adını çok sık andığı ‘Batailleuse Adası’nın iki yanından ve sol kıyıyı ötegeçeye bağlayan asma köprünün altından akıp gidiyor okyanusa doğru. Adanın ıssız kumsalı boyunca kavaklar hışırdıyor. Yazarın çocukluğunda sonbaharın sarı kokusuyla özdeşleştirdiği, gölgeleri gümüş rengi suya vuran kavaklar. Köprüden geçen bir arabanın -tek bir otomobilin- gürültüsüyle bir an ama çok kısa bir an bozuluyor sessizlik; sonra her şey, sanki yörede hiçbir canlı yaşamıyormuş gibi, adanın kumsalına insan ayağı hiç basmamış gibi, sessizliğe gömülüyor.

Loire’ın kıyısında

Tarihi oldukça eskiye, Roma dönemine dek giden bir köydeyim. Adını, Hıristiyan olup burada inzivaya çekilmeden önce Roma ordusunda savaşmış bir askerden alan Saint-Florent’da. Aslında sonuna Fransızcada ‘eski’ ya da ‘yaşlı’ anlamına gelen ‘le vieil’ sıfatını da eklemeliyim. Ama kimse kullanmıyor bu son sözcüğü. Köy Loire boyunca uzayıp giden bahçeleri, eski evleri, ırmağa hâkim bir tepenin yamacından göğe yükselen görkemli kilisesiyle de görülmeye değer. Hatta küçük tabutları andıran siyah kayıkları ve çevredeki kayalıklarıyla da. Ne var ki benim buraya, ulaşılması pek de kolay olmayan bu küçük köye geliş nedenim başka. Asıl adı Louis Poirier olan, Julien Gracq takma adıyla yazdığı, bazıları dilimize de çevrilen ‘Ormanda Bir Balkon,’ ‘Argol Şatosu,’ ‘Trablusgarp Kıyısı’ gibi kitaplarından tanıdığımız bir efsane yazarın evini görmek için buradayım.

Loire’ın kıyısında

Loire birkaç koldan akıyor geniş yatağında. Hava sıcak, ama bunaltıcı değil. Temmuz ayındayız. Güzel bir serinlik vuruyor ırmaktan gelen koyu yeşil bir esinti yalıyor yüzümü. Köyün arduvaz çatıları güneşte balık pulları gibi parıldıyor. Kumsalda boş bir kayık akıntıyla sürüklenip gidecek gibi. İpini zorluyor. Karşıda ada sahilinde birkaç balıkçı kayığı daha var, onlar da kapkara, sahipsiz. Bu ırmakta avlanmış balık vardı az önce tabağımda ve iyi soğutulmuş beyaz şarapla birlikte. Yörenin ılıman ikliminde, Gracq’ın kuytu sular boyunca yürürken gözünü alan güz güneşinde ballanan üzümlerden üretilmiş, güneş renkli, Loire’ın benzersiz ışığını andıran rengiyle masamda değil sanki kanımda. Yine de yazarın evine dek yürüyüp kapısını çalmaya üşenmedim. Kimse açmadı elbette. Gracq ölmüş. Evse terk edilmişti. Ama Saint- Florent belediye başkanı Herve de Charrette sayesinde girebildim içeriye. Kapıyı bana dışarıdan açan oydu.

BAŞARILARINDA İNZİVA HAYATININ PAYI VARDI

Loire’ın kıyısında

Julien Gracq Paris’ten edebiyat çevrelerinden uzakta, bu evde yaşadı uzun süre. Kitaplarında bu yöreyi, ırmak boyunca yaptığı uzun yürüyüşleri, çocukluk anılarıyla iç içe geçen yaşlılık günlerini anlattı. Bir kez olsun televizyona çıkmadı, medyadan uzak kalmayı yeğledi. Yapıtına gömülmek, onun içinden dışarıya, dünyaya, hayal ettiği ülkelere açılabilmekti amacı. Gracq 20’nci yüzyıl Fransız edebiyatı antolojilerinin, tarihlerinin tümünde yer alır. Hatta okullarda okutulur. Ama yine de pek az kişi gerçekten tanır onu. Ekranlarda hiç boy göstermemiş, gazetelere demeç vermemiş, hiç kimseyle söyleşi yapmamıştır. Dağıtım olanakları çok sınırlı, küçük bir yayınevi Jose Corti tarafından basılır tüm kitapları. Cep kitabı olarak yeni basımları da yapılmaz. Yazar, bir ömür boyu istememiştir popüler olmayı, geniş okur kitlelerine ulaşmayı. Yine belki bu duruşu sayesinde çok okunmasa da okuyanları tarafından beğenilmiş, önemsenmiş, neredeyse efsaneleştirilmiş. Ödülleri de hiç mi hiç önemsememiş. Fransa’nın en büyük roman ödülü Goncort’u elinin tersiyle itmesi gururdan değil, kendi, kozasının dışında görünmek ve övülmek istemesindendir. Diyeceğim 20’nci yüzyıl Fransız edebiyatının temel taşlarından bu ‘nev-i şahsına münhasır’ yazar, genç kuşakların tam aksine antimedyatik, antisosyal, antipolitik bir duruş sergilemiş, şöhret ve tanıtım kampanyalarının uzağında kalmayı başarabilmiştir. Bu başarıda Saint-Florent’daki inziva hayatının da bir payı olduğunu düşünüyorum.

Loire’ın kıyısında

Loire’ın iki yakasını birleştiren, çelik putrelli asma köprüye bakıyor Julien Gracq’ın evi. Tam karşısında salkım söğütlerle kavakların gölgelediği, içinden bodur, koyu yeşil çalılar fışkıran Batailleuse Adası var. Kıyıda kapkara, içi boş, ipini koparmaya çalışan kayıklar. Yazar öğretmenlikten emekli olduktan sonra geriye kalan uzun ömrünün neredeyse tümünü pek de şirin görünmeyen, hatta çirkin bile diyebileceğim bu üç katlı evde geçirmiş. İkinci Dünya Savaşı, yolculuklar ve birkaç kadın dışında önemli bir şey olmamış hayatında. Öyle derin sarsıntılar, büyük heyecanlar yaşamamış. İçinde ne fırtınalar koptuğunu bilmiyoruz tabii ama romanlarından tahmin edebiliyoruz.

Saint-Florent belediye başkanı ve eski dışişleri bakanı Herve de Charrette eksik olmasın beni kırmadı. Çok yakın dostları dışında ziyaretçi kabul etmeden ömrünü burada tamamlamış Gracq’ın evini gezerken hayal kırıklığına uğrayabileceğimi, çünkü yazardan hemen hiçbir iz taşımayan boş bir ev olduğunu eklemeyi unutmadı. Doğrusu heyecanlıydım. Yazarın annesi sonra da ablasıyla yaşadığı evi görecektim sonunda. M. De Charrette giriş kapısını güçlükle açabildi. İçeriye girer girmez nemli bir küf kokusu çarptı burnuma. Koridorun iki yanında sıvaları dökülmüş, döşemeleri yer yer çatlamış, tavanları örümcek ağlarıyla kaplı boş odalar sıralanıyordu. Tek bir eşya, bir ayna bile göremedim. Yazarın üst kattaki çalışma odası da, eski deyimiyle söyleyecek olursam, her türlü eşyadan ‘münezzeh’ti. Ne bir masa, ne kitaplık, ne de bir daktilo... Bilgisayar olmasa da bir köşede şeridi eskimiş, tuşları yıpranmış bir daktilo görmeyi umuyordum doğrusu. Annesinin yattığı büyük salon da dahil ikinci kattaki odaların tümü harap durumdaydı. Sanki çok uzun süredir kimse oturmamıştı bu evde. Çatı katına çıktığımızda doğa tüm güzelliğiyle önümüze serildi. Karanlık bir tünelden ışığa kavuşmuş gibi olduk. Aşağıda, yeşil adanın iki yanından Loire akıyor. Köyün kilisesi tepenin üzerinden bulutsuz, mavi göğe yükselen çan kulesiyle arz-ı endam ediyordu. Fransa’nın bu bölgesine özgü, okyanustan pek de uzak olmayan bu topraklarda görebileceğiniz yumuşak, saydam, göz almak şöyle dursun insana huzur veren, rahatlatıcı bir ışık yayılıyordu çevreye.

TABUTU ANDIRAN SANDAL

Loire’ın kıyısında

Belediye başkanıyla çatı katından manzaraya bakıyorduk. Eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’in yakın dostu Hervé de Charrette, Julien Gracq’ın cumhurbaşkanının kendisiyle görüşme teklifini nasıl nazik bir dille geri çevirdiğini anlatıyordu. Tuhaf, içine kapanık ama yakınlarını gözeten bir insan olduğunu, dostluklarına hiçbir zaman gölge düşürmediğini de belirtmek gereğini duyuyordu. O konuşurken yazarın evinin önünde çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğrafını anımsıyordum. Paltosuna sarılmış ufak tefek, çok sade görünüşlü bir adam. Kıyıdaki kara sandalın yanında duruyor. Sandalın içi boş. Sanki yolcusunu bekliyor. Binip karşıya geçecek, bir daha hiç dönmeyecek evine. Bu Styx Irmağı olmasın? Yapraklarını dökmüş kavaklara bakılırsa Batailleuse Adası karşı kıyı, ama belli mi olur. Bir gün hepimiz bineceğiz bir tabutu andıran o kara kayığa. Bir daha dönmemek üzere karşıya geçeceğiz. Fotoğraftaki adam Julien Gracq’tı. Hervé de Charrette bana onu anlatırken çoktan geçmişti karşı kıyıya. Ardında boş bir ev ve önemli kitaplar bırakarak.

Saint-Florent dönüşü trenin penceresinden bakarken bu yöreyi, Nantes’ı, özellikle Loire’ı o kendine özgü, nefis üslubuyla Fransız edebiyatı da dahil artık hiçbir yazarın önemsemediği gerçeküstücü imgelerle betimleyen ‘Un beau tenebreux’deki gece yolculuğu düştü aklıma. Romanın kadın kahramanlarından Cristel’in Angers-Nantes treninde, beni Nantes’a götüren bu trende yaşadığı olağanüstü anı düşündüm. Gecenin zifiri karanlığında pencereye vuran yağmurun sildiği manzaranın birden çakan şimşekle gündüz gibi aydınlattığı anı. Loire, tepelerine beyaz şatoların tünediği, yamaçları ormanlarla kaplı derin vadide akmakta, akarken de sanki tüm Fransa tarihinin öyküsünü anlatmaktadır. Işık öylesine güçlü, o kadar göz kamaştırıcıdır ki, dünyanın sonu gelmiştir sanki. Kıyamet kopmak üzeredir. Bir an, kahramanın içinden geçen arzu -bu eşsiz manzarayı görme arzusu- gerçekleşir, ama yalnızca bir an. Sonra gece yeniden örter her şeyi. Loire’ı düşlemek kahramanının hayatı boyunca belleğinden çıkmayacak bir gerçeklik kazanmıştır artık. Hiç kuşku yok. Bundan böyle benim için de aynı şey söz konusu olacak. Bu ırmak, ondan uzak bir başka
yerde, başka bir suyun kıyısındayken de belleğimde akışını sürdürecek.

False