GeriSeyahat Nedim Gürsel, Flaubert'in Paris'teki evinde
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Nedim Gürsel, Flaubert'in Paris'teki evinde

Nedim Gürsel, Flaubert'in Paris'teki evinde

Ünlü yazar Gustave Flaubert’in müze evi Fransa’nın Yukarı Normandiya eyaletindeki Croisset’de. Paris’e kuş uçuşu 115 kilometre uzaklıkta. Flaubert, Seine Nehri’nin kıyısında bahçe içindeki bu küçük malikânede ünlü romanı Madame Bovary’i yazdı. Flaubert’in şimdilerde sanayi bölgesinde kalan evine Nedim Gürsel gitti ve izlenimlerini yazdı.

Doğaya biçim veren, geniş yatağında bulana durula aktıkça çevreyi yeşerten, yumuşak kireci delip kayayı oyan, Fransa’nın tüm ırmakları gibi denize kavuşmadan önce bükülüp kıvrılan bir akarsu Seine. Biz onu Paris’in tam ortasından geçerken rengini rıhtımdaki çınarlardan alan nefti sularından biliyoruz, oysa başkentin dışında daha güzel bir yeşili var. Güneş rüzgârda dağılan bulutların arasından kendini gösterdiğinde neftiden sarıya dönüyor, yamaçlarda açan çiçeklerin rengini alıyor. Yamaçlarda yalnızca çiçekler açmıyor ama; yenilenmiş, arınıp yunmuş cepheleriyle pasta dilimlerini andıran, bahçe içinde eski evler de, kayaların gölgesinde arz-ı endam ediyor. Onların bu sakin duruşu, yeşilin içinden “biz de varız, işte burdayız” der gibi Seine Vadisi’ne meydan okuyuşları uzun bacalarından zehir saçan fabrikalar manzaraya girdikçe yüreğinize su serpiyor.

Nedim Gürsel, Flaubertin Paristeki evinde

ŞİMDİ O KÖY "NO MAN’S LAND"

Fransa’nın iki şeritli, sanıyorum ilk otoyolunda ilerlerken çevreyi dumana boğan sanayi bölgesinin de içinden geçiyoruz. Flaubert’in, uzatmalı sevgilisi Louise Colet’ye yazdığı bir mektupta söyledikleri geliyor aklıma. Üstat neredeyse iki yıllık Doğu yolculuğundan dönüşte, Croisset’deki malikânesinin Seine Nehri’ne bakan çalışma odasında Madam Bovary’i yazarken, bir türlü sonunu getiremediği uzun cümlenin tam ortasında bir kampana sesiyle irkilir:

“Kampana çalınca cümle yarıda kaldı. Şu sanayi ne kadar da korkunç. Makine dedikleri nasıl da gürültücü. Bütün bunların budalaca mesleklerin doğmasına yol açtığını bir düşün!”

Demek ki, evini ziyaret amacıyla yola çıktığımız Fransız edebiyatının en önemli yazarlarından Gustave Flaubert’in yaşadığı çağda, yani 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında da varmış bu fabrikalar. Günümüzdeki kadar gelişmiş olmasalar da doğayı kirletecek, hayatta tek kaygısı üslup olan, içine kapalı huysuz bir yazarı rahatsız edecek ölçüde gürültüye, moda deyişle ‘ses kirliliğine’ yol açabiliyorlarmış. Flaubert, başyapıtlarının neredeyse tümünü yazdığı evinin o öldükten sonra yıkılıp yerine bir alkol damıtma fabrikasının kurulacağını sezmiş gibi, sanayi ve işçi sınıfı hakkında demediğini bırakmıyor. Çağdaşı Zola’nın tam tersine, emekçiler umurunda bile değil. O, sanayi devriminin toplumsal sonuçlarıyla ilgilenmeden kendi dünyasında burjuvaları eleştirir, yerleşik ahlak düzeniyle uyum sağlayamayan karakterler yaratırken fabrika bacaları da kıyı boyunca göğe yükselmeye başlamıştı. İşte bu bacalardan arta kalan, kimya ve çimento sanayiinin çevreyi ele geçirdiği bir bölgede, artık bir anı olan, resim ve gravürlerde yaşayan Flaubert’in evine doğru yol alıyoruz. İlkyaz güneşi yakmadan ısıtıyor, otoyolu ve fabrika bacalarını saymazsak keyfimize diyecek yok. Normandiya yemyeşil çünkü, sık ormanlarla kaplı. Ne var ki arkadaşım Doğan Sumar direksiyonda, kayalık arazinin yamacındaki evden geriye kalan bahçeyi, o bahçenin bir köşesinde sessiz sedasız varlığını sürdüren iki katlı, ‘pavillon’ denilen küçük köşkü boşuna arıyoruz. Bir zamanlar ırmak kıyısında küçük bir köy olan Croisset artık yok çünkü, depolarla fabrikalardan, dev vinçlerden ibaret bir ‘no man’s land’ dan geçiyoruz. Bu ıssız yerde, tuğla bacalı, terk edilmiş fabrikalarla çelik köprülerin arasında kayboluyoruz. Oysa bekleyenlerimiz var. Rouen belediye başkanının eşi ve Flaubert Dostları Derneği’nin yöneticisi Joëlle Robert başta olmak üzere bölgenin milletvekili Christophe Bouillon ve ilgililer seferber olmuş yolumuzu gözlüyor. En azından cep telefonuma düşen mesaj böyle söylüyor.

FLAUBERT’İN İZİNİ SÜRMEK

Nedim Gürsel, Flaubertin Paristeki evinde

Sonunda ulaşabildik Flaubert’in evine. Daha doğrusu bahçe içindeki küçük köşke. Salammbo’nun yayımlanışının 100’üncü yıldönümünde Kartaca’dan getirilen antik sütundan başka bahçede hiçbir şey göremedim. Köşk de bekçi kulübesinden farksızdı. Üstadın yağlıboya bir portresi asılıydı duvarda, şimdi yerinde yeller esen malikânenin bir tablosu da, içi saman doldurulmuş ünlü papağanın az ötesindeydi. ‘Basit Bir Yürek’ adlı öyküden tanıyordum bu papağanı, adı da Amazon’du yanlış anımsamıyorsam. Papağandan başka, kurbağa biçimindeki mürekkep hokkasıyla kaz tüyü, uzun mu uzun kalem ve pipolar da dikkatimi çekti ama üstadın oflaya puflaya yazdığı, kılı kırk yararak, iğneyle kuyu kazar gibi her cümlesi üzerinde saatlerce, hatta günlerce çalıştığı romanların el yazmalarını boşuna aradım. Birkaç sayfanın fotokopileri vardı yalnızca, asıllarıysa Rouen’daki müzeyle Ulusal Kütüphane’deydiler. Paris’te geçirdiği günleri ve yolculuklarını saymazsak yazarın dışarıya adım atmadan yaşadığı, tüm varoluşunu işine adadığı, çok ender de olsa bahçesinde efkâr dağıttığı evden ne yazık ki hiçbir iz kalmamıştı. Flaubert’in izini sürmek isteyenler onun romanlarıyla yetinmek zorundaydılar. Bir de duvarları süsleyen fotoğraflarıyla. Edebiyat ansiklopedilerinden tanıdığımız ünlü karikatürü de sergilenen objeler arasındaydı.

Yazar, son yıllarında mutsuzdu. Yeğeninin borçlarını üstlenirken bir hayli cömert davranmış, babadan kalma malikânenin elden gitmesini önlemek amacıyla mülkiyetinden vazgeçip sadece içinde oturmayı kabullenmişti. Paris’te sahnelenen son piyesi tam bir fiyaskoydu. Yakın dostlarını peş peşe yitirmiş, Louise Colet onu terk etmiş, aşırı kilodan kaynaklanan sağlık sorunlarıyla artık baş edemez olmuştu. Bouvard ve Pécuchet üzerinde gecenin geç saatlerine dek çalışıyor, öğlene doğru banyoda mektuplarını okur piposunu içerken uyukluyor, akşama dek tek bir cümle bile yazamadığı oluyordu. Son yapıtını tamamlamadan bir sabah ölüverdi. 60 yaşında ve yalnız.

YASAK AŞKI İÇİN CİLTLER DOLUSU MEKTUP YAZDI

Nedim Gürsel, Flaubertin Paristeki evinde

Croisset’de, fabrika bacalarıyla vinçlerin gölgesinde pek kimse oturmuyordu artık, kent Canteleu adıyla yukarıya, yamacın ardındaki tepeye taşınmış, Flaubert’in kütüphanesini de bu yeni kentin belediyesi satın almıştı. Üstadın kitapları tören salonunun bir duvarını boydan boya kaplayan cam dolapların içinde, onarılmış, ciltlenmiş, parlatılıp görücüye çıkarılmış yaşlı dullara benziyordu. Victor Hugo’nun, George Sand’ın yazara imzaladıkları kitaplara dokunabilmek heyecan vericiydi kuşkusuz ama o okumuş olsa bile başkalarının yazdığı bu kitaplar Flaubert’in dünyasını ve dehasını yansıtmaktan uzaktı. Arada bir Paris’te ya da Paris’e giderken yol üzerindeki bir handa buluştuğu sevgilisi Louise Colet evli olduğundan, şiir kitabını Flaubert’e değil yazarın yaşlı annesine imzalamış, yatağına girmek şöyle dursun evin eşiğinden içeriye adım atması bile yaşlı anne tarafından yasaklanmıştı. Flaubert kuşkusuz bu nedenle ciltler dolusu mektup yazmıştı sevgilisine. Yalnızca içini dökmek ya da hep belden aşağı sözler söylemekle kalmamış, edebiyat ve sanat anlayışını da dile getirmişti. Çağının şair ve romancıları hakkındaki düşüncelerini, estetik görüşlerini, manastırda yaşayan bir keşiş gibi dünyadan el ayak çekip yazabilmek için burada, Seine Nehri’nin kıyısındaki bu hayalet evde içe kapanışlarını mektuplarından öğreniyoruz. Romanlarıysa bizi etkilemeye devam ediyor hâlâ. Flaubert’in anısı artık onlarda yaşıyor, yerini sanayi devriminin ilk yıllarını çağrıştıran bir damıtma fabrikasının aldığı evinde değil.

Nedim Gürsel, Flaubertin Paristeki evinde

Flaubert 1850 Şubatı’nda, dönüşte İstanbul’a da uğradığı Doğu yolculuğunda, Nil Nehri’ndeki geminin güvertesinden bir başka nehrin kıyısındaki evine duyduğu özlemi şöyle dile getiriyor:

“Orada, Nil’den daha eski olmayan bir başka nehrin kıyısında beyaz bir evim var. Şu an içinde yaşamadığımdan kepenkleri kapalı. Soğuk siste titreyen kavaklar çoktan yapraklarını dökmüştür. Nehrin sürüklediği buz parçaları kıyıdaki dik yamaçlara çarpıyordur. İnekler ahırda, paspaslar ağaçların dallarındadır. Gübre kokusu kurşuni gökyüzüne doğru yükseliyordur.”

Bu dünya geride kaldı çoktan, Flaubert de gübre kokan toprağa karıştı. Ama yapıtları, eşsiz üslupları ve kahramanlarıyla, elimizin altında. Onları yeniden okumak arzusuyla ayrıldım Croisset’den.

BU MADAM BOVARY DE KİM?

Gençliğinde herkesi hayran bırakan, boyu bosu, incecik gövdesi, mavi bakışlarıyla yürek yakan yazar, masasından neredeyse hiç kalkmadan çalıştıkça şişmanlayacak, yele gibi uzattığı saçları dökülecek, durumu pala bıyıklarıyla idare etmeye çalışsa da giderek kaba saba bir toprak sahibine benzeyecekti. Onu, sağ eli pantolon cebinde, devrin modasına uygun bir redingot giymiş, yelek ve papyonuyla poz verdiği fotoğrafından da tanıyoruz. Bu fotoğrafta geniş alnı, kendinden emin bakışlarıyla dikkat çekiyor ama Sartre’ın deyimiyle ‘ailenin budalası’ tanımını hak ettiği de gözden kaçmıyor. Madam Bovary müstehcenlik gerekçesiyle yasaklanıp yazarı hakkında dava açıldığında yargıcın “Kim bu kocasını aldatan kadın? Bu Madam Bovary de kim?” sorusuna Gustave Flaubert’in “Benim!” cevabını verdiğini düşündükçe (belki benzer bir soruya mahkemede ben de muhatap olduğumdan) gülümsemek geliyor içimden. Flaubert’in beklenmedik cevabı karşısında yargıcın şaşkınlığını tahmin edebiliyorum. Çünkü iri yarı ve palabıyıklıydı yazar, son derece eril bir görünümü vardı. Onu yakından tanıyanlar kadınlara sosyetede çok çekingen ve mesafeli, genelevdeyse alabildiğine kaba davrandığını biliyorlardı. Kendini yarattığı bir kadın kahramanla özdeşleştirmesi de alaycı kişiliğinden kaynaklanıyordu. Çünkü ona göre romancı yapıtının içinde değil arkasında olmalı, aradan çekilmeli, hatta ortadan büsbütün kaybolmalıydı. Kaybolmalıydı ki, kahramanlar özerk bir yaşama ve davranış özgürlüğüne kavuşabilsinler. Okur onların dünyasına bir aracıya gereksinim duymadan girebilsin. Flaubert elbette Madam Bovary değildi ama Emma Bovary gibi duygusal kadınlar ücra taşra kasabalarında en az onun kadar yalnız, hayalleri ve acılarıyla baş başaydılar. Flaubert’e göre yazarın gözlem gücünden, nesnel bakışından kaynaklanmalıydı yapıt, kendi öznelliğinden değil.

Nedim Gürsel, Flaubertin Paristeki evinde

Üstat çok uzun ve derin araştırmalar sonucu elde ettiği verileri kalıba döker, karakterlerini yaratır, roman dünyasını kurarken cümleleri peş peşe sıralamakla yetinmiyordu. Üzerlerini çizip yeniden yazıyordu çoğunu. Bununla da tatmin olmuyor, cümle son biçimini aldıktan sonra onu yüksek sesle okuma gereğini duyuyordu. Evin önünden geçenler, nehir kıyısında gezintiye çıkan sevgililer, yandan çarklı vapurların yolcuları gür sesine aşinaydılar Flaubert’in. Açık pencereden gelen ses çarşı pazarda göremedikleri, malikânesinde hizmetçisiyle yalnız yaşadığını bildikleri, kendisiyle övündükleri yazarlarının sesiydi. Hiçbir kitabını, örneğin dört yılda bitirebildiği Madam Bovary’i bile okumamışlardı belki ama Flaubert’in açık pencereden yükselip Seine’in akışına karışan sesini çok sık duymuşlardı. Varoluşunu yazmaya adamıştı bu garip adam. Paris edebiyat çevrelerinden uzakta yaşamasının, burada, nehir kıyısındaki iki katlı, artık yerinde yeller esen ama gravürlerinden tanıdığımız bu büyük malikâneye çekilip eğlenceye, övgü ve yergilere yüz çevirmesinin nedeni buydu. Maurice Blanchot’nun Kafka için söylediği gibi ‘yapıtın içinde meyvedeki çekirdek’ti. Limon sıkarcasına sıkmıştı zekâsını, hayal gücü ne yaratmışsa onu beyaz kâğıda dökmüş, silmiş, yeniden yazmıştı. Ağzı açık kurbağa biçimindeki mürekkep hokkasına kaz tüyü kalemini batırarak, kanıyla yazar gibi. Aslında fazla zeki de sayılmazdı ama çalışkandı. Zekâdan öte bir dehası vardı, bazıları aptal olduğunu öne sürseler de.

False