Tekin Aral yazdı

Her yıl babamın vefat yıldönümü âdetimdir, köşemi babama veririm.

Haberin Devamı

Zaten bu köşeyi ondan devir aldım. Tahminimce sizler de özlemişsinizdir, bu vesileyle de anmış oluruz, az söz ve yazı...
Antika
Bir tarihte “Antika” işine kafayı fena takmıştım.
Zaten bu antikacılık bizim ulusça geleneğimizde vardır. Öyle olmasa neredeyse yarım yüzyıl Demirel’ler, Ecevit’ler, Sezgin’ler vs.’ler hâlâ tepemizde olmazlardı.
Benim bu takıntım, bir tarihte evdeki koltuk sehpa üç beş parça eşyayı yenilememle başladı.
Yenileri yerlerine yerleştirdik. Eskilerini de bir eskici çağırıp satmak üzere salonun bir yanına koyduk. Eve gelen eskiciler, eşyalara o günün parasıyla yüz bin lira civarında bir para verince de sevinçten neredeyse havalara uçtuk.
Ama bu yüz bin kâğıdı eski eşyalara değil de, güç bela denkleştirip birkaç milyona aldığımız yeni eşyalara verdiklerini öğrenince, fenalık geçirip, herifleri boğazlamaya kalktım.
Eşyaları satmak için birkaç eskiciyle daha cebelleştim.
Ama herifler sonunda beni üste para verecek duruma getirdiklerinden alayını ittiredip eşyaları satmaktan vazgeçtim.
Antikacı oluyorum
Sonra bu işleri iyi bilen çocukluk arkadaşım Özcan’ın önerisiyle bir gün eşyaları bir kamyonete yükledik, ünlü Üsküdar Bitpazarı’na götürdük.
Özcan kamyoneti bir dükkânın önünde durdurdu. Eşyaları aşağı indirtti. Dükkân sahibi geldi göz ucuyla önce şöyle bir eşyalara baktı.
“Eşyalar kimden kalma?” diye sordu.
Ben de saf saf “Valla bizim çocuklardan kalma, üstünde tepinip hepsini paraladılar, kala kala bunlar kaldı” dedim.
Meğer herif, ‘Kimden kalma’ derken ‘Hangi paşadan ya da saray erkanından kalma’ demek istermiş.
Tepem attı. Özcan’a dönüp, “Bunların hepsi bu zepevenke benden kalma olsun!” dedim yürüdüm, gittim.
Ama o gün Üsküdar Bitpazarı’nda dolanıp gördüğüm bir alay eski eşya ilgimi çekti. Merak da ufaktan böyle başladı.
Bizim Özcan antika hastasıydı, üstelik iyi de anlıyordu.
Bir süre o antikacı senin, bu bitpazarı benim bizim Özcan’ın ardında dolanıp durdum.
Sonra da ufaktan kendim turlamaya başladım.
İstanbul’daki antikacıları, bitpazarlarını dolaşıyor, yükte hafif, parada ağır, cepteki paraya göre ne bulursam topluyordum.
Bir gün eve eski tahta bir kuş kafesi ve bilmem ne köşkü yangınından kalan sekiz tane kocaman paslı temel çivisiyle dönünce karım İnci oturup için için ağlamaya başladı.
Bu işten vazgeçmeyi ilk o zaman düşündüm ama bu işten sıyrılmama asıl başka bir olay neden oldu.
Bir pazar sabahın köründe Özcan geldi eve.
“Cepte, evde ne var ne yok toparla resmen vurguna gidiyoruz.”dedi.
Çamlıca’da eski bir konakta tarihi değeri yüksek eşya satışı varmış.
Satışı yapacak eski ailenin bu işlere pek aklı ermediğinden, satıştan doğru dürüst de kimsenin haberi yokmuş.
Özcan’la gittik, sözü edilen yer gerçekten yıkık dökük küçük bir konaktı. İnsan burada birilerinin oturduğuna zor inanırdı.
İçerisi pek kalabalık değildi. Bizden başka sekiz on kişi daha vardı.
Eşyalar, harap evin salonunda toplanmıştı, fazla da bir şey yoktu ama mevcut eşyaların gerçekten çok kıymetli olduğu belliydi.
İşin en ilginci salonun başköşesinde oturan, çok yaşlı bir kadındı.
Başörtülü, üzerinde işlemeli eski bir elbise bulunan kadının her halinden Osmanlılık akıyordu. Derken satış başladı.
Mallar da kısa sürede kapışıldı. Her parça satıldığında, yaşlı kadın hepimize düşman gibi bakıyor, eliyle birtakım işaretler yapıyordu.
Belli ki o dede, baba yadigârı eşyalarının satılmasını kabullenemiyordu.
O günkü müzayedede bizim Özcan’ın deyişiyle talih kuşu benim tepeme kondu.
Saray eskisi iki kilimle bir ibrik kaldırdım. Özcan ise ihtiyar kadının paşa dedesinin yaptığı iki adet kuş tablosuyla, üç tane halıyı kaptı.
Kısa günün karıyla o gün sevinçten ayaklarımız kıçımıza vura vura malları yüklenip evlere döndük.
Ben evin kapısından savaştan ganimetle dönen savaşçı gibi girdim. Zamanında zorbela aldığımız bir iki parça halıyı kaldırıp yere tarihi kilimleri serdim.
Eve gelip giden oldukça da kilimlere dikkatlerini çekip kasım kasım kasıldım.
Ama bizim işin ne kadar “antika” bir iş olduğu bir gün bizim Özcan’ın telefonuyla ortaya çıktı.
Bir pazar akşamı bizim antika uzmanı Özcan aradı.
Biraz kem küm ettikten sonra ağlamaklı, “Yahu bugün ne oldu biliyor musun? Yeşilyurt’ta çok eski küçük bir konakta bir müzayede vardı. Koşturup gittim. Birbirinden değerli bir alay şey neredeyse yok pahasına satılıyordu. Satanlar da eski bir Osmanlı ailesiydi. Birden salonun başköşesinde oturan başörtülü, o eski kaftanlı ihtiyar kadını görünce dünyam karardı, ketenpereye geldiğimizi o zaman anladım. Kadın Çamlıca’da seninle gittiğim o müzayededeki kadındı.”
Orda burda kiraladıkları eski evlerde müzayede yapan bu takım bizim antika üşütüklerini düdükleyen bir “Antik Çete” imiş meğer.
İşte bu antika delgasını ossaat bıraktım.
Ama Neylersin ki kader
Şimdi bu antika işine epeydir büyük kızım Ayşe kafayı sardırmış durumda.
Evine girdiğinde ev depremden çıkmış gibi bir alay çatlak, kırık çanak çömlekle dolu.
Nereden toparlayıp eve doldurduğuna akıl erdiremediğim ıvır zıvır arasında Ayşe’nin kendisi de bana bazen kazılardan çıkmış gibi geliyor.
Örneğin evindeki o eski koltuk vs. öyle eğreti duruyor ki, sanki otursan sırtüstü yere yapışacaksın.
Bazen bir bardak su istiyorum. Su öyle bir toprak kâsede geliyor ki, adam kendini su içen Ramses gibi hissediyor.
Neyse bunca kişi ardına düştüğüne göre demek ki bu “Antikacılık” iyi bir iş.
Ama antikanın eşyasına ilgi duyacak, yazının başında söylediğim gibi “adam” kısmına yüz vermeyeceksin.
Bu son cümle belki biraz klasik oldu ama n’apim klasik çok zaman en doğrusudur...

Yazarın Tüm Yazıları