Eroğlu su konusunda neye güveniyor, deniz suyuna mı

DÜNKÜ Hürriyet gazetesinde “Meclis’te soru önergesi-Hanginize inanalım” başlıklı haber yayınlandı.

Haberin Devamı

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız “Kuraklık nedeniyle özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da baraj sularının azaldığını ve sonuç olarak enerji yetersizliğinin yaşandığını, işte bu nedenden dolayı Bulgaristan, artı İran ve Gürcistan’dan elektrik ithal etmeyi düşünüyoruz” diyerek ülke gündemine elektrik ithalatını getirmiş, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu “Dicle-Fırat havzasındaki barajlarımızda yüzde 50’den fazla bir doluluk var. İstediği kadar enerji üretebilir” diyerek tam aksi bir açıklama yapmıştı.
Bakanların birbirine aykırı açıklamaları üzerine CHP Manisa Milletvekili Hasan Ören, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın yanıtlaması için önerge verdi. Ören “Vatandaş hangi bakana inanacağını bilmiyor” dedi. Konuyla ilgili topraksuenerji.org sitesinde şöyle bir bilgi yer aldı:
1 Ekim 2013–23 Nisan 2014 tarihleri arasında Türkiye genelinde kümülatif yağışlar ortalamasında uzun yıllar ortalamalarına göre % 29 ve 2013 yılına göre de % 38 oranlarında azalmalar meydana gelmiştir.
İşletmedeki 90 enerji barajında bugün itibariyle doluluk oranı % 51’dir.
Bu oran geçen yıl aynı gün itibariyle % 74’tü.
Enerji barajlarımızın havzalara göre bugün itibariyle doluluk oranlarına bakıldığında Dicle-Fırat havzasındaki barajların doluluk oranlarının geçen yıla göre % 25 daha az olduğu görülmektedir.
Kar yok, yağış yok; barajlar bu kadar boşken, bizi kim ‘besliyor’.
Denizlerimiz olabilir mi?

Haberin Devamı

Çayelililer: Yargının iptal kararları yok sayılıyor

Senoz HES’in davasını ‘mahşere’ bırakmayız!

RİZE’nin Çayeli Senoz Vadisi’nde yapılmak istenen HES projelerinde ilginç gelişmeler yaşanıyor. Rize İdare Mahkemesi ve Danıştay’ın verdiği iptal kararları yok sayılıyor. Bunun ilk örnekleri görülmeye başlandı. Senoz’da yapılmak istenen Kayalar HES Projesi, Danıştay’ın iki kararıyla (su kullanım anlaşması ve enerji lisansı dahil) iptal edilmişti. Buna rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu projeye onay veriyor.
Bu durum engellenemez ise HES’ler konusunda son on yılda mahkemelerce verilmiş 120’den fazla iptal, durdurma kararında başa dönülmüş olacaktır. Bunu kabullenmek mümkün değil.
TEMA Vakfı Temsilcisi Nevzat Özer “Suyu olmayan HES’e nasıl ÇED raporu verilir” diyor. Çayeli temsilcisi Ahmet Ali Kork “7 yıldır Senoz’da hukuk, bilim, akıl, gelenek, vicdan hayır diyor, evet diyen sadece para para diyen şirketler ve onlara yasaların hukukun nasıl bertaraf edileceğinin yolunu gösteren bir kamu idaresi var” diye tepki gösterirken, Senoz’un gönüllü avukatı Münir Yazıcı “Yürütülen bütün çalışmalar hukuk dışı” olduğunu belirterek şunu ekliyor: “Senoz’un doğasını koruma adına yürüttüğümüz bu davaları mahşere bırakmayacağız.”

Haberin Devamı

En ucuz iş CHP’ye akıl vermek


TÜRKİYE’de en ucuz iş, CHP’ye akıl vermektir. Seçim kampanyası boyunca seyirci kalmış ne kadar akıllı varsa, 24 gündür CHP’ye akıl veriyor. CHP’ye bir dakika destek vermemiş bu mucitleri gülerek izliyoruz. Ancak bundan kötüsü de var.
CHP’liyim diye ortalıkta gezinen ama partisine destek olmayan, şimdi de meydana fırlayıp “Ben demedim mi?” diye ahkâm kesen utanmazlara ne demeli?
Fikret BALOĞLU

23 Nisan’ı unutmayanlar

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için geçmiş yıllarda çok sayıda büyük kurum ve firmalar kutlama ilanları veriyordu. Bu yıl bunun firma bazında, sayısal ve hacim olarak küçüldüğü dikkat çekiyor. Gazetelere, çocukların bayramlarını kutlamak için en geniş ilanları ‘Doğuş Holding’ ve ‘Arçelik’ verdi; bunları Reis Gıda izledi. Taşyapı, sadece bir gazeteye tam sayfa verdi. Tespit edebildiğim diğer ilanları veren firmalar şöyle: ETS Tur, Işık Okulları, TEMA, Fatih Koleji, Bursa Nilüfer Belediyesi, Hundai, Çanakkale Seramik, Akbank Sanat, Oğuzkaan Koleji, Jeep (Koç), Vakıf Emeklilik, Bika, İstanbullines, İzmir Büyükşehir, Dalin, Meltem Modüler. Ötesinde bir yoruma gerek yok!

Haberin Devamı

Dr. Fikret Yılmaz’ın yazdığı ‘Ruhum, Sevgili Beyim”’ kitabı üzerine

ZEHRİ hanım, 25 Aralık 1912 tarihinde Gelibolu cephesindeki eşi Yüzbaşı Yusuf Kenan Bey’e yazdığı mektubuna “Ruhum, Sevgili Beyim” diyerek başlamıştı. Eşi 1912 yılının Nisan ayı sonlarından beri Gelibolu Yarımadası ve Çanakkale Boğazı’nın savunmasında görevli olduğundan ayrıydılar. Zehra Hanım o sırada sekiz aylık kızları Rüçhan ile birlikte Kadıköy Altıyol’daki ablasının yanında kalıyordu. Ablası Hayriye Hanımın eşi Yüzbaşı Neşet Bey’de o sırada bir başka cephede bulunduğundan iki kız kardeş savaş günlerini birlikte geçiriyorlardı. Hatta Şişli’de oturan ortanca kız kardeşleri Huriye Hanım da sıklıkla kendilerine katılıyordu. Çünkü, onun eşi Tabip Miralay Mustafa Bey de, Manastır cephesindeydi ve Sırplar’a esir düştüğünden akıbetinden habersizdiler. Dolayısıyla üç kız kardeş endişe içinde cephelerdeki eşlerinden gelecek haberleri bekleyen yüzbinlerce asker yakını gibi çaresizlik ve tevekkül içinde Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki uzun savaşların cephe gerisindeki sonuçlarını yaşıyorlardı. Üstelik onların kaygıları sadece bununla sınırlı değildi. Çünkü, Yusuf Kenan Bey’in kardeşi Hamdi, Çatalca Hattında, enişteleri Topçu Binbaşı Rahmi Bey, Pınarhisar-Kırklareli cephesindeydi. Yusuf Kenan Bey ile Hamdi Bey’in annesi ve ablaları Bulgar ordularının kuşatması altındaki Edirne’deydiler. Yusuf Kenan ile Hamdi Bey’in ablaları yani Binbaşı Rahmi Bey’in eşi bu sırada hamileydi. Dahası var; Rahmi Bey’in annesi ve kardeşleri ile diğer akrabaları ise Yunan orduları tarafından işgal edilen Selanik’in batısındaki Nasliç’te kalmışlardı. Onun Nasliç’teki annesi ve yakınları yalın ayak yarı çıplak memleketlerini terk ederek yollara düşen milyonlarca Balkan Müslümanı ve Türk’ü gibi kafileler halinde İstanbul’a ulaşmaya çalışıyordu. Rahmi Bey’in annesi de yollarda ölüp kalan yüzbinlerce mezarsız arasına katıldı. Cephedeki oğlu anasının ölümünü aylar sonra öğrenebildi. Aynı akıbet Yüzbaşı Yusuf Kenan Bey’in Edirne’deki annesinin de başına geldi.
Bunları nereden mi öğreniyoruz? Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları arasından çıkan yeni bir kitaptan...
Kitabın tam adı ‘Gelibolu Mektupları 1912-1915: Ruhum, Sevgili Beyim!’ ve aynı üniversitenin öğretim üyelerinden Dr. Fikret Yılmaz tarafından yazılmış. Kitabın temel kaynaklarını Yüzbaşı Yusuf Kenan Bey ile eşi Zehra hanımın ve yakınlarının birbirine yazdıkları mektuplar oluşturuyor. Fikret Yılmaz mektuplardan hareketle Trablusgarp Savaşı (1911-1912), Balkan Savaşları (1912-1913) ve 1. Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında cephedeki askerler ile onlardan haber bekleyen ailelerinin yaşadıklarını, hissettiklerini ve hayata tutunma hikayelerini bugüne aktarıyor. Dr. Fikret Yılmaz’ın kitapta belirttiği gibi “mektuplar siperlerdeki askerlerin veya cephedeki eşlerini çocuklarını ya da bir yakınlarını endişe içinde bekleyenlerin seslerini yüzyıl öncesinden günümüze ulaştırıyor.”
Yusuf Kenan Bey ve eşinin mektupları birkaç açıdan özel anlam taşıyor. Bilindiği üzere 1911’de başlayan uzun savaşlar döneminde Osmanlı Devleti fiilen yıkılmış ve 1922’ye kadar devam eden on bir yıllık savaşlar sonunda Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Mektuplar bu dönemin en sancılı yıllarında yazıldığından o günleri yaşayanların tanıklığını yansıtıyor. Diğer taraftan Yüzbaşı Yusuf Kenan Bey 1912’de İtalyanların Çanakkale Boğazı’na iki kez saldırmalarından itibaren şehit düştüğü 25 Nisan 1915 tarihine kadar tam üç kez Gelibolu’da görevlendirildiğinden, hem Trablusgarp Savaşı hem Balkan Savaşları hem de 1. Dünya Savaşı’ndaki Gelibolu muharebelerinde bulunduğundan mektuplarında onun gözlemlerini bulmak mümkün. Üstelik onun arkadaşı veya yakın akrabası olan diğer askerlerin ona yazdıklarını da değerlendirmeye kattığımızda, bir grup askerin gözlem ve değerlendirmelerini de öğrenebiliyoruz. Kitabın mutlaka vurgulanması gereken bir başka özelliği ise yayınlanan mektupların yarıya yakınını kadın mektuplarının oluşturmasıdır. Osmanlı modernleşmesinin kadınlar üzerindeki etkilerini kitapta mektuplarını okuduğumuz beş eğitimli kadının satırlarından takip edilebiliyor. Şimdiye kadar toplu olarak bu sayıda kadın mektubunun daha önce yayınlanmadığını da belirtmek gerekiyor. Mektupları aracılığıyla izlenen kadınların hepsinin eğitimli olduğunu da unutmamak gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz yıllar yani 2011-2023 süreci, bir dizi önemli olayın yüzüncü yıldönümlerine geldiği için bu tür çalışmalar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını hazırlayan koşullar hakkında yeniden değerlendirme yapılması için fırsatlar yaratıyor. Ancak, birkaç üniversite dışında alışılmış ve defalarca tekrarlanmış basma kalıp cümlelerle yetinmeyip özgün eserler üreten bir akademik faaliyet olduğunu söylemek gerçekten zor. Bahçeşehir Üniversitesi hem yayın yapan ender üniversitelerden hem de bu yayınların yıllarca kullanılacak kaynaklar olmasına dikkat etmesi nedeniyle farklı bir yerde duruyor. Bu kitap vesilesiyle onları farklı ve kalıcı çalışmalarından ötürü kutlamayı ihmal etmemenin gerekli olduğuna inanıyorum.

Ermeni soykırımı’nın 50. yıldönümünde neler yaşandı?

Haberin Devamı

ERMENİ Soykırımı’nın 100. yıldönümünden bir yıl önce, anmaların dünya çapında ilk başladığı 1965 yılında yaşananların Türkiye’ye yansıması “1965” kitabında toplandı. Gazeteciler Serdar Korucu ve Aris Nalcı’nın soykırımın 50. yılında Türkiye medyasında yer alan haberleri mercek altına aldıkları kitap, Ermeni Kültür Yayınları aracılığıyla okuyucuyla buluştu.
Kitap, Lübnan’da bir grup Ermeni’nin öncülüğünde tüm dünyaya yayılarak ‘diaspora siyaseti’nin temellerinin atıldığı 1965’te soykırımla ilk kez bu kadar dolaysız yüzleşen Ankara’nın tutumunu gözler önüne seriyor.
1965’te yayımlanan Türkiye’deki gazete ve dergilerden bir derleme sunan “1965”te, Türkçe yayımlanan Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Haber, Hürriyet, Milliyet, Ulus, Tercüman, Yeni İstanbul, Yeni Gazete ve Zafer gazeteleri ile Akbaba ve Yön dergilerinden ayrıca Ermenice yayımlanan Jamanak ve Marmara gazetelerinden makale ve haberler incelendi.
Haber ajanslarının haberleri, gazetelerin yurtdışındaki temsilcilerinin özel dosyaları, resmi ‘Türk Tarih Tezi’nin ruhunu yansıtan sütunlar ve karikatürlerle, bugün isimleri kamuoyunda farklı algılanan yazarların o günkü bakış açılarını yansıtan yazılarını da ‘1965’te bulmak mümkün. Tüm bu bilgi ve belgeleri bir araya toplayan çalışma, aynı zamanda okuyucuya kupürleri arşivleme imkânı da sunuyor.

‘Temsilde kadın-erkek eşitliği’ karnesinde Türkiye 7. kez sınıfta kaldı!

Haberin Devamı

KA.DER “Türkiye’nin Temsilde Kadın-Erkek Eşitlik Karnesi”nin 7’ncisini açıkladı. 6 yıldır sınıfta kalan Türkiye, bir önceki karnesinden yine “ders çıkarmadı” ve bu yıl da “sınıfta kaldı”.
KA.DER, son 2 yıldır Türkiye’ye ‘gerçek bir karne’ hazırlıyor. Bu yılki karnede, ‘Dersler’ başlığı altında TBMM, Bakanlar Kurulu, Müsteşar, Belediye Başkanlığı, Valilik, Siyasi Parti Başkanlığı, İşgücüne Katılım, İşveren ve Meslek Örgütleri Başkanlığı, Rektörlük gibi makamlarda kadın oranları ortaya kondu.
2013’te erkek şiddetiyle katledilen kadın sayısının da (214) yer aldığı karnede, Türkiye en yüksek notları, TBMM’de Kadın (Orta–3), Büyükşehir ve İl Belediye Başkanlığında Kadın (Orta–3), Yüksek Yargı Organında Kadın (Orta–3) ve Kadınların İşgücüne Katılımında (Geçer–2) aldı.
‘Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’ sıralamasına göre (2013) Türkiye, 136 ülke arasında 120’nci sırada yer aldı. Aynı raporun ‘Siyasete Katılım ve Güçlenme’ başlığında ise 103’üncü oldu.
Karnede, Türkiye’nin başarısızlığı konusundaki kanaat şu sözlerle dile getirildi: “Öğrencimiz demokrasinin gereği olan eşit temsilin sağlanmasında başarısızdır. Uluslararası sıralamalarda Türkiye’nin hak ettiği yere gelmesinde gerekli adımları atmamıştır. Öğrencimiz potansiyelini gerçekleştirememektedir.”
Karnede, Türkiye’nin de 29 yıl önce imzaladığı “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Uluslararası Sözleşmesi (CEDAW)”dan bölümler yer aldı. CEDAW’ı imzalayan ülkeler kadınlara karşı her türlü ayrımı kınamak, tüm uygun yollardan yararlanarak ve gecikmeksizin kadınlara karşı ayrımı ortadan kaldırıcı bir politika izlemek zorundalar.
Konuyla ilgili açıklama yapan KA.DER Genel Başkanı Zafer Berkol, “Nüfusun yarısını kadınların oluşturduğu bir ülkede, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı erkek egemen yapıyı ‘örf adet gelenek’ maskesi ile meşrulaştırarak, kadın kimliğini ‘aile politikaları’ içinde eriten, şiddete kurban eden, kadın’ın siyaset ve iş dünyasındaki yerini ‘destek hizmetleri’ olarak planlayan zihniyete karşı çıkıyoruz. Demokrasi ve eşit yurttaşlık ilkeleriyle bağdaşmaz bu zihniyetin toplumda bir ‘değer’ olarak karşılık bulmasına seyirci kaldıkça yarın daha karanlık bir Türkiye’ye uyanıyor olacağız. Seçim ve atamayla gelinen tüm karar mekanizmalarında kadınların eşit temsili için yürüttüğümüz mücadelede, en büyük gücümüz kendi kaderini belirlemeye kararlı kadınların sürece katılımı olacaktır” dedi.

“Trakya çöplük olmasın” dedik, ama maalesef oldu!

TATARKÖY Göleti’ne atık depolanması konusunda yaşanan tartışmalar son günlerde gündemimizi meşgul ediyor. Trakya’nın birçok bölgesinde yaşanan sorun, atıkların tarım arazileri ve su havzalarını kirletecek şekilde vahşi depolama yoluyla gelişigüzel bertaraf edilmesidir. Bu konuda “yapanın yanına kar kalmamalı” diye temennilerde bulunmak çözüm değildir.
Bu sözün gereği olarak, Lüleburgaz’dan İl Genel Meclisi’ne seçilen Gürcan Kırım ve Yeşim Girgin arkadaşlarımızın gerekli girişimlerde bulunduklarını yerel basından öğrenmiş bulunmaktayım. Kendilerini, görevlerinin gereğini yerine getirdikleri için kutluyor ve bu duruşun genele de yansımasını diliyorum. Bölgemize genel olarak bakıldığında;
Sanayinin çarpık olanı,
Topraklarımızı ve sularımızı amaç dışı kullananı,
Plansızlığı, planlı olarak uygulayanı,
İnsanımızı, insafsızca kandıranı,
Hepsi Trakya’da!
Tüm yöneticilere sesleniyorum. Bunlara “dur” demenin zamanı gelmedi mi? Meselelere karşı tüm yöneticilerin halk iradesini yansıtan tutarlı bir duruş sergilemesi şarttır.
Kirliliğin, kimyasal ya da biyolojik atığın siyaseti, partisi olmamalıdır. Bu tip sorunlara siyaset üstü bir yaklaşımla çözüm bulmak zorundayız. Denetim kadrolarının görevlerini doğru yapabilmeleri için baskıdan uzak tutulmaları gerekmektedir. İktidardan ya da başka güçlerden etkilenmeleri halinde, kısa vadede siyaset kazanmış gibi gözükse bile kaybeden sürekli halk olmaktadır.
Özgürlük, cesaret ister. Doğruya ulaşabilmek için taraf olmak zorundayız. Çözmüş gibi görünmek yerine çözüm üretmek zorundayız. Aksi takdirde kendimizi yok ediyoruz. Buldukları her deliği atıklarla dolduranlar ve bundan dolaylı menfaat elde edenlerin hukuki yaptırımlara maruz bırakılması gerekmektedir. Hukukun üstünlüğü denilen her ne ise artık lafta kalmamalıdır.
Hakan DEDEOĞLU-LÜLEBURGAZ

Yazarın Tüm Yazıları