Sen sussan, kan konuşur

Güncelleme Tarihi:

Sen sussan, kan konuşur
Oluşturulma Tarihi: Şubat 16, 2014 01:03

Aslında olay aydınlanmıştı. Cinayet silahı elimizdeydi, elimizdeki tek zanlı da itiraf etmişti ama mesleki güdü mü, başka bir duygu mu, içim rahat değildi.

Haberin Devamı

Faili meçhul bir cinayeti ancak resmin tümünü göz önünde bulundurarak çözebilirsiniz, kaçırdığınız en küçük detay, bir masumun yıllarca hapis yatmasına neden olabilir. Merter’de işlenen o meşum cinayet de az kalsın böyle sonuçlanacaktı... Cinayet mahalli, üç katlı bir tekstil atölyesinin ikinci katıydı. Genç kızın cansız bedeni, büyük ütü tezgâhının yanına düşmüştü. Makyajsız yüzüne savrulan siyah saçları, bal rengi gözlerinin birini tümüyle örtmüştü.
“Bıçakla öldürmüşler” diye açıkladı Zeynep. “Ya da ona benzer kesici bir nesne. Nedense katil hep karın bölgesine saplamış bıçağı...”
Bakışlarım, maktulün kurumuş kanla kaplı karnına kayarken Ali’nin gür sesi duyuldu:
“Kızı sen mi öldürdün? Söylesene lan, sen mi öldürdün?”
Başımı çevirince, yardımcımın genç bir adamı itekleyerek yaklaştığını gördüm. Delikanlının garip bir hali vardı, olan bitenin farkında değilmiş gibi bakıyordu.
“Başkomserim bu delikanlıyı alt katta sızmış olarak bulduk” diye açıkladı Ali. “Yanında da bu bıçak vardı.”
Şeffaf delil torbasının içindeki sustalıyı gösteriyordu yardımcım. Torbayı alıp baktım, bıçağın üzerindeki kan izleri görülmeyecek gibi değildi.
Zanlıya döndüm, delil torbasını göstererek sordum:
“Bu bıçak senin mi?”
Delikanlının gözlerinde, ne bir endişe ne de korku vardı. Hatta beni görmüyor gibiydi. Elimi yüzüne yaklaştırıp, sağa sola salladım. Gözleri usulca hareket etti. Sesimi yükselterek yeniden sordum:
“Beni duyuyor musun?”
“Du... duyuu... duyuyoruum...” diyebildi sonunda.
Tahminini açıklamakta geç kalmadı Zeynep:
“Başkomserim, bu kendinde değil, sarhoş galiba...”
Bu durumda soru sormanın bir anlamı yoktu.
“Şunu hastaneye götürüp, ayıltın, sonra merkezde buluşuruz.”
Delikanlıyı hastaneye yollarken, içeri esmer, orta yaşlı bir adam girdi. Saçlarını, bıyıklarını siyaha boyamıştı ama kara gözlerini çevreleyen uzun kirpikleri kendiliğinden sürmeliydi.
“Duyar duymaz geldim.”
“Sen de kimsin?” diye sordu Ali.
“Ben Cevahir... Cevahir Karaköprü... Bu işletmenin sahibiyim.”
Nihayet sorularımızı yanıtlayacak biri çıkmıştı karşımıza.
“Gelin Cevahir Bey” dedim. “Ben Başkomser Nevzat... Ölen kızı tanır mıydın?”
Bakışları maktule kaydı, gözleri doldu, yüzü kederle gölgelendi.
“Gülseren... Ah zavallı Gülseren...”
“Tanırdın yani” diye üsteledi Ali.
“Gülseren memleketlimdi, bizde çalışırdı.”
“Ne iş yapardı?”
“Ürünleri kontrol ederdi. Paketlenme onayını verirdi. Kardeşi Nihat ise bekçimizdi.”
Etrafa bakınarak sordum:
“Kardeşi Nihat burada mı?”
Sanki tuhaf bir şey söylemişim gibi yüzüme baktı.
“Demin odadan çıktı ya. Nihat oydu.”
Hayretle söylendi Ali:
“Elinde bıçakla bulduğumuz şahıs mı?”
“Evet, Gülseren’in kardeşi o.”
İşte bu, gerçek bir sürprizdi.
“Nihat, kardeşini sevmez miydi?” diye Cevahir’e döndüm.
“Kardeşi değil, ablası” diye düzeltti Cevahir. “Aslında ablasını çok severdi Nihat. Ablası da onu. Burada işe girmesini de Gülseren sağladı zaten. Gelip yalvardı kızcağız. ‘Cevahir Abi gözünü seveyim, bu çocuk sokaklarda serseri olacak. Ona şurada bir iş ver’ diye.”
Ali toparlamak gereğini duydu.
“Yani, iki kardeşin arasında hiçbir sorun yok muydu?”
“Yoktu, ta ki Gülseren’in bir sevgilisi olduğunu öğrenene kadar. Nihat, Gülseren’in bir erkek arkadaşı olduğunu öğrenince köpürdü. Araya girmesem kızın ağzını burnunu kıracaktı. İki gün önce atölyenin ortasında, ‘Seni öldürürüm’ diye bağırdı. Bir sustalı çıkarıp ablasını korkutmaya çalıştı.”
Delil torbasının içinde duran bıçağı gösterdim:
“Nihat’ın sustalısı bu muydu?”
Cevahir masaya yaklaştı, bıçağa baktı:
“Evet, galiba buydu.” Gözlerini bıçaktan yüzüme çevirdi. “Gülseren’i kardeşi mi öldürmüş?”
“Bilmiyoruz, sence o mu yapmıştır?”
Cevahir uzun kirpiklerini kırpıştırdı.
“Kimsenin günahını almak istemem ama Nihat delidolu bir çocuk. Töre, namus filan diye sayıklıyordu... Cinayet gecesi de bekçilik yapıyordu...”
“Peki Gülseren’in ne işi vardı geceyarısı atölyede?”
Omuzlarını silkti.
“Bilmiyorum ki Başkomiserim... Ben saat sekiz gibi ayrıldım şirketten. Gülseren yoktu. Yedide paydos etmişlerdi. Belki Nihat çağırmıştır sonradan, konuşmak için. Belki de Gülseren gelmiştir, kardeşini ikna etmek için.”
Cevahir’den maktulün ailesinin adresini aldıktan sonra bir kez daha baktım yerde yatan gencecik kıza. Serseri olmasın diye işe aldırdığı kardeşinin bıçak darbeleri ardı ardına bedenine girerken, ne düşünmüştü acaba. Belki de çok şaşırmıştır, Nihat’la gecenin bir yarısı buluştuğuna göre, kardeşinin kendisini öldürebileceğine hiç ihtimal vermemiş olmalıydı.
Merdivenlerden inip, atölyenin kapısına geldiğimizde ilginç bir adam çıktı karşımıza. Altmış yaşlarında gösteriyordu. Dudaklarının üzerinde Ayhan Işık tarzı ince bir bıyık, başında bir fötr şapka.
“Merhaba efendim” dedi şapkasını usulca kaldırarak. “Ben Hulusi Bolayır. Cevahir Beyefendi’nin atölyesini arıyordum burası mı acaba?”
Ben ilk şaşkınlığımı atlatıp,
“Evet, burası” derken, yardımcım Ali dayanamayıp gülmeye başladı. Bizim İstanbul beyefendisinden kaçar mı? Anında fark etti yardımcımın münasebetsiz tavrını.
“Esasında gülmekte haklısınız. Komik bir hadise efenim. Dün gece, üstünüze afiyet rakıyı biraz fazla kaçırmışım. Bu yaptığım yetmezmiş gibi bir de o kafayla araba kullanmaya kalkıştım. Tam buradan geçiyordum ki, Cevahir Bey’in Mercedes’i önüme çıkmaz mı? Çarpıştık tabii. Allah’tan önemli bir şey yok. Bizim Chevrolet bir miktar ezdi Cevahir Bey’in Mercedes’inin kaportasını... Ama Cevahir Bey’in gönlü genişmiş, üzerinde durmak istemedi. Hatta tutanak bile tutmadı. ‘Önemli değil’ dedi. Fakat hatalı olan benim. Ben borçlu yaşayamam efenim. İnşallah Cevahir Beyefendi de yukarıdadır.”
“Yukarıda, Hulusi Bey, yukarıda” dedim adama gülümseyerek.
Türünün son örneklerinden bu İstanbul beyefendisini, borcunu ödeyebilecek olmanın verdiği mutlulukla yukarı gönderip biz de atölyeden dışarı attık kendimizi.
Gülseren’in evi Bağcılar’ın kenar mahallelerinden birinde sıvasız, badanasız iki katlı bir binanın girişindeydi. Evin önündeki küçük kalabalıktan, ailenin olanları duyduğunu anladık. Bu iyiydi. En azından ilk şoku bizim yanımızda yaşamayacaktı. Arabadan inerken, gençten iki adam yaklaştı yanımıza:
“Ne var hemşerim, niye burada durdunuz?”
Kimliklerimizi gösterdik. Polis olduğumuzu anlayan gençlerin çatılmış kaşları gevşedi, suratlarına korkuyla karışık saygılı bir ifade yerleşti.
Uzun boylu olanı, başıyla kapıyı gösterdi.
“Buyrun amirim, şu karşısı...”
Gençlerle birlikte eve yaklaşırken,
“Gülseren’in babası burada mı?” diye sordum.
“Babası sağır, dilsizdir.”
“Anneleri...”
“Satı Kadın içerdedir. Çağıralım mı?”
“Çağırmayın” demeye kalmadı, kapının önündeki kalabalık aralandı, başında siyah bir başörtüsüyle, uzun boylu bir kadın dikiliverdi karşımıza. Kadının kırış kırış olmuş yüzündeki en belirgin yeri ela gözleriydi.
“Buyrun, birine mi baktınız?”
Kadının gözlerinde acının zerresi yoktu; sadece öfke vardı, kör, inatçı bir öfke. Bir an kadının kızının öldüğünü, oğlunun ise katil zanlısı olarak gözaltına alındığının farkında olmadığını sandım. Yanımızdaki uzun boylu delikanlı,
“Satı Ana, bu abiler polis...” diye açıkladı.
Polis lafından hiç etkilenmedi Satı Ana. Güvensiz gözlerle bizi tepeden tırnağa süzdü sadece.
“Kızınız” dedim. “Gülseren...”
Gözlerindeki ifade bir an yumuşar gibi oldu ama sonra yine o soğuk maskeyi takındı.
“Boş ver kızımı, oğlum nerede, sen onu söyle?”
“Kızınızın başına gelenleri duymadınız mı?”
Satı Kadın, kısılmış ela gözlerini Ali’ye çevirdi.
“Duyduk... Olan olmuştur... Allah’ın takdiri.”
Bunları söylerken ne sesi titremişti, ne de gözlerinde bir damla yaş belirmişti.
“Bak Satı Kadın” dedim öfkemi kontrol etmeye çalışarak. “Bir insan öldü, senin öz kızın... Onun ölümü senin umrunda olmayabilir ama bizim umrumuzda.”
Kadının kurumuş dudakları titredi:
“Allah’ın takdiri. Gülseren yanlış yola girmiştir... Büyük sözü dinlememiştir. Töreyi çiğnemiştir. Töreyi çiğneyen cezasını çekecektir.”
“Töreniz batsın” diye bağırdı Ali. “Hangi töre insana ‘öz kızını öldür’ der.”
Tek bir söz bile çıkmadı Satı Kadın’ın ağzından, sadece baktı, nefretle, öfkeyle.
“Hiç öyle bakma” diye uyardı Ali. “Sen bu bakışlarla ancak o cahil oğlunu etkileyebilirsin. Sen mi söyledin oğluna, Gülseren’i öldürmesini.”
“Ben kimseye bir şey söylemedim...”
“Komşuların öyle söylemiyorlar” diye zarf attım. “Oğlanı sen azmettirmişsin.”
Kısık bakışları sokaktaki evlerin pencerelerini taradı.
“Komşular ne bilir ki.” Sesinde ilk kez çaresizlik belirmişti. “Onlara göre hava hoş. Bizim acılarımızı seyredip keyifleniyorlar.”
Ela gözleri nemlenir gibi oldu.
“Kim kızının öldürülmesini ister, hem de öz oğlu tarafından... Biri mezara, öteki hapse... Hıı kim ister bunu? Ama geride beş evladım daha var benim. Hepsini öldüreceklerdi. Evet, hepsini...” Karşıma geçmiş, ıslak gözlerini cesurca yüzüme dikmişti. “Onu, Şirazların oğluyla evlendirecektik. Çünkü kanlımızdır Şirazlar. Onlar bizden vurdu, biz de onlardan. Şehre geldik, bitmedi. Şimdi sıra onlarda, benim çocuklarımdan birini vuracaklar. Allahın emri, vurmazlarsa olmaz. İşte biz bu davaya son verelim dedik. Köydeki şıhımız araya girdi. Gülseren’i, Şirazların küçük oğlu Mahmut’a verdik. Cana karşı can. Böylece akan kan duracaktı. Ama Gülseren istemedi. ‘Bir sevdiğim var’ dedi. ‘Ben onunla evleneceğim’ dedi. Bütün aileyi tehlikeye attı...”
“Nihat da gitti öldürdü onu” diye tamamladı Ali. “İyi mi oldu şimdi peki?”
Yine sustu Satı Kadın. İyi mi oldu, kötü mü oldu o da bilmiyordu ama olması gerekenin bu olduğuna inanıyordu. O kadar çaresizdi ki, insan ona kızamıyordu bile.
Emniyete geldiğimizde Nihat ayılmıştı.
“Neden öldürdün ablanı?” diye başladı Ali sorguya.
Şaşkınlıkla mırıldandı Nihat:
“Ablam öldü mü?”
Numara mı yapıyordu bu oğlan?
“Demek sonunda yaptım o işi” diye mırıldandı. Samimi görünüyordu. “Demek kıydım ablama.”
“Hatırlamıyor musun?”
“Çok içmiştim Başkomiserim. Hiçbir şey hatırlamıyorum.” Gözlerinden yaşlar süzüldü. “Hatırlamıyorum, ama yapmışımdır, çünkü yapmam gerekiyordu.”
Aslında olay aydınlanmıştı. Cinayet silahı elimizdeydi, elimizdeki tek zanlı da itiraf etmişti ama mesleki güdü mü, başka bir duygu mu, içim rahat değildi. Üstelik Gülseren’in erkek arkadaşı da çıkmamıştı ortaya. Belki de zavallı kızcağız sevmediği biriyle evlenmekten kurtulmak için o yalanı söylemişti. Bu konuda atölye sahibi Cevahir belki yardımcı olabilirdi bize.
Ertesi sabah Zeynep’i, Gülseren’in otopsisine girmesi için adli tıbba bıraktıktan sonra, atölyenin kapısını çaldık. Cinayet mahallindeki kan temizlenmişti, Cevahir Bey daha sakin görünüyordu.

Haberin Devamı

“Gülseren’in erkek arkadaşını tanımıyorum” dedi ellerini yana açarak. “Hiç birlikte görmedim... Belki de yoktur öyle biri.”
Sorusunu yanıtlayacaktım ki kapı açıldı.
“Arabayı bıraktım Cevahir Abi” diyen bir adam girdi. “İki güne kadar bitermiş işi.” İçerde bizim olduğumuzu fark edince, öylece kaldı. “Kusura bakmayın, içerde olduğunuzu bilmiyordum.”
Adam odadan çıkarken, Cevahir açıklama gereği duydu:
“Benim Mercedes... Dün sabah Chevrolet marka antika bir araba çarptı.” Gülümseyerek başını salladı. “Sahibi de arabası gibi antika bir adam, bütün masrafları karşılamak istiyor. ‘Sigorta öder’ dedim, ‘yok illa ben ödeyeceğim’ diye tuturdu.”
Dün atölyeden ayrılırken karşılaştığımız eski İstanbul beyefendisinden bahsediyordu ama aklım bir detaya takılmıştı. Chevrolet’nin sahibi, kazanın gece olduğunu söylemişti, oysa Cevahir arabasına dün sabah çarpıldığını iddia ediyordu. Önemli bir mesele değildi aslında, yine de yoklamadan edemedim.
“Dün görmüştük arabanızı, sol çamurluğu göçmüş. Demek, biz gelmeden hemen önce olmuş kaza...”
Attığım yemi yuttu Cevahir.
“Evet, atölyeye gelirken. Aslında ben de hatalıydım... Gülseren’in ölüm haberini alınca bastım gaza. O telaşla...”
Yalanını yüzüne vurmadım, önce emin olmam gerekiyordu. Belki de bizim İstanbul Beyefendisi yanlış hatırlıyordu. Atölyeden ayrılır ayrılmaz trafikteki Keçi Süleyman’ı arayıp Hulusi Bolayır’ın adresini istedim. Şaşırdı. “Neden bizde adresi olduğunu düşünüyorsun?” diye sordu.
“Çünkü o adam trafik suçundan başka bir suç işleyemez de ondan”dedim.
Haklı çıkmıştım, altmış küsur yıllık hayatında sadece iki kez trafik cezası almıştı. İkisi de içkili araba kullanmaktan.
Bakırköy sahildeki evinin kapısında görür görmez tanıdı bizi ama mesleğimizi öğrenince şaşırdı. Kazanın saatini sorunca da yanlış anladı.
“Suç tamamiyle bana ait” diyerek Cevahir’i korumaya kalktı. “Ama gecenin o saatinde, ara sokaktan bir arabanın çıkacağını akıl edemedim.”
“Tam olarak saatini hatırlıyor musunuz?” diye sordum.
“O gece Cevahir Bey tutanak tutulmasını istemedi ama ben lazım olur diye not almıştım.” Elini cebine sokup küçük bir not defteri çıkardı. “Evet, kaza olduğunda tam olarak 23.47’ydi.”
Gülseren’in ölüm saatinin kapsadığı zaman diliminden bahsediyordu. O anda çalmaya başladı cep telefonum. Arayan Zeynep’ti.
“Alo Başkomiserim... Otopsi sonuçlandı. Gülseren hamileymiş.”
“Hamile mi?”
“Evet Başkomserim, kız üç aylık hamileymiş...”
Birden bambaşka bir senaryo belirdi gözlerimin önünde. Artık ikinci bir zanlı vardı elimizde: Cevahir Karaköprü. Ama yeni zanlımızı sorgulamadan önce iki kan testine ihtiyacımız vardı. İlki Nihat’ın kanında alkol dışında uyku ilacı var mı yok mu onu öğrenmek -ki bu çok kolaydı- ikincisi ise Cevahir’in kanıyla, Gülseren’in karnındaki ceninin kanını karşılaştırmak. Bu sonuçlara ulaşmak üç günümü aldı ama artık katilin kim olduğundan emindim. Sorguya aldığımız Cevahir, tanık olarak dinleneceğini sanıyordu, o yüzden “Onu sen öldürdün” deyince suratı kireç gibi bembeyaz oldu. “Evet, Nihat’ın akşamları içki içtiğini biliyordun. Bir önceki geceden kalan şarabına uyku ilacı kattın. Hiç inkâr etme. Kanında onu yirmi dört saat uyutacak kadar uyku ilacı bulundu.”
Sinirli bir sesle alay etmeye kalkıştı.
“Güzel senaryo.”
“Güzel filan değil ama gerçek. Evet, o gece Gülseren’i atölyeye çağırdın. Kızı, kardeşinin bıçağıyla öldürdün. O yüzden ‘kaza sabah oldu’ diye yalan söyledin. Geceyarısı atölyede olduğunu bilmemizi istemiyordun.”
Öfkeyle kesti sözümü:
“Korkunç bir yanlış yapıyorsunuz, Gülseren’i neden öldüreyim ki?”
“Çünkü, genç kızla ilişkiye girmiştin.”
Boyalı kalın kaşları çatıldı.
“Dikkatli konuşun, ben evli bir insanım, iki çocuğum var.”
“Evet ama bu seni durdurmadı. Gülseren’i de aileni korumak için öldürmedin zaten. Kendini kurtarmak için kızın canına kıydın. Çünkü aile Gülseren’i Şiraz aşiretinin oğluyla evlendirmek zorundaydı. Öteki çocukları öldürülmesin diye. Sen de bu konuyu çok iyi biliyordun. Kızlarıyla ilişkiye girdiğinizi öğrenselerdi, seni asla yaşatmazlardı.”
Ağzındaki tükürük kurumuş olmalı ki ardı ardına yutkundu.
“Saçma” diyebildi sonunda. “Düpedüz iftira. Daha fazla konuşmayı reddediyorum. Susma hakkımı kullanıyorum.”
“Tabii yasal hakkın ama sen sussan da kanın konuşmaya devam ediyor. Gülseren hamileydi, karnındaki çocuk da senden. Biz değil, adli tıptan aldığımız rapor öyle söylüyor.”
Öylece baktı yüzüme... Söyleyecek fazla bir şey kalmamıştı. Kaderini kabullenmiş gibi usulca boynunu büktü...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!