Küçük Ağa’nın sırrı

Bu hafta Yetenek Sizsiniz’e bile fark attı. İlk iki bölümde böyle hızla sevilen bir diziyi uzun zamandır görmedik. Küçük Ağa’nın başarısına şaşıranlar, cevabı doldurduğu boşlukta aramalı.

Haberin Devamı

Kanal D’nin sonunda tutturduğu TOTAL formülü Küçük Ağa’yı eleştirmek çok kolay. Tüm klişeleri, bayat formülleri, karikatürize karakterleri, kamu spotuna meyli biraz hoyrat davrandığınız anda elinizde kalır. Ama ‘aristokrat aile Urfalı aşirete karşı’ kalıbını aptala anlatır gibi basitleştirmesine takmayalım. Burberry atkının poşuya, inci takımların başörtüsüne, Royal Albert fincanlarda çayın bir acı kahveye karşılık geldiği oyun hamurundan dünyaları önemsemeyelim. Çünkü bunu biraz zekâ seviyesini zorlayarak yapsaydı, işin içinde sofistike karakterizasyon, derin diyalog, farklı kurgu, az müzik, dozunda şirinlik, afacanlık olsaydı bugün Küçük Ağa birinci değil 20. sıradaydı.
Evet, keşke bütün diziler Behzat Ç., Kayıp Şehir, Kuzey Güney perdesinden çalsa. Keşke hayat dersi vereceklerine hayatımızda o duymadığımız hikâyeleri anlatsalar. Keşke bunu yapmaya çalışan insanların emeği dördüncü bölümde yayından kalkan işlerle çöpe gitmese. Keşke tek ilham kaynağımız Yeşilçam olmasa. Keşke bir gün ‘bugüne kadar hiç görmediğimiz’ bir şeyi 100 dakika değil 40 dakika izlesek.
Olsa da öpüp başımıza koysak.
Ama şimdilik Küçük Ağa var. Ve iki hafta ömürlü çok kötü dramlardan içimizin kıyıldığı bir dönemde çekirdek gibi oyalıyor.
Birincisi, düpedüz sempatik. Birce Akalay’ın son birkaç rolündeki feci donukluğunun ardından beklenmedik bir sürpriz bu. Dizinin esas yıldızı Emir Berke Zincidi’nin ‘büyümüş de küçülmüş çocuk’ imajından sıyrılabilmesi harika. Sarp Levendoğlu tam dozunda bıçkın, tam dozunda romantik, tam kararında ağzı bozuk hırt erkek.
İkincisi (ve bence başarısında en önemli mevzu) kurgu süper hızlı. Hiçbir bakışma, kucaklaşma, ağlama, kavuşma, ayrılma, öpüşme uzamıyor. Hatta öyle ki, şipşak kesilen sahnelerden bazen motivasyonu kavramak güçleşiyor. ‘Bu mu yani?’ diyebileceğiniz bir sürü önemli sahne 1 dakikada geçiyor, ki hiç şikâyetçi değilim.
Ve son olarak, ‘boşanma kötüdür’ mesajı verse de bunu Birol Güven’in ‘Evlilik Okulu’nun sipariş kamu spotu havasında yapmıyor. Çünkü Ali ve Sinem’in öyküsünde boşanma gerçekten iyi bir fikir değil. Bu çiftin tepesinde bir ‘boşanacaklar mı, barışacaklar mı’ sarkacının sallanıp durması, dizinin en basit ama bağlayıcı dinamiği. Ve elbette, annesi babası boşanmasın diye uğraşıp duran minik bir çocuk prime time’ın hizmet ettiği her evin hassas karnı. Sinem’in anneliği ve evliliği becerememe hissi çok sahici; Ali’nin Urfa’daki ailesiyle İstanbul’daki ailesi arasında bölünmesi çok doğal. Zeki Alasya’nın Mehmet Ağa karakteriyle torunu Mehmet Can arasındaki ‘Babam ve Oğlum’ tadındaki içli ilişki hepimizin gizliden gizliye ağlamaya doyamadığı anların malzemesi.
Küçük Ağa ekranda zaman zaman hiçbir şey düşünmemize gerek kalmadan, arada gülüp, biraz üzülüp, sıkıldığımız yerlerde çekinmeden başka kanallarda dolaşmamıza, arada bir şeyler atıştırıp hiç kaybolmadan yakalamamıza izin veren bir dizi. Üstelik bunu yapmayı amaçlayıp kahkaha efektine yüklenen kötü sitcom’lardan ya da tanıtımında hep ‘sıcak bir mahalle’den bahsedilen ‘aile dizilerinden’ değil. Gayet klişe Urfa sahneleri olsa da ağdalı bir ağa dizisi de değil. Esas oğlanla kız şükürler olsun ki zengin/fakir değil.
Ülkenin en iyi dizisi Küçük Ağa değil. Ama bugün oturduğu liderlik koltuğunu hak edecek bir ferahlığı var. Gerçekten iyi bir şey izleyeceğimiz güne kadar, salı akşamlarını gerilmeden geçirmek için kabul edilebilir.

Yazarın Tüm Yazıları