Vücudumu belki ama ruhumu asla!..

Güncelleme Tarihi:

Vücudumu belki ama ruhumu asla..
Oluşturulma Tarihi: Şubat 01, 2014 01:01

Sezonun en iddialı yapımlarından ‘12 Yıllık Esaret’, özgür bir adamken kaçırılıp köleleştirilen Solomon Northup’ın hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Steve McQueen’in yönettiği film dokuz dalda Oscar’a aday…

Haberin Devamı

Sinema bu; eğlendirir, gezdirir, başka dünyalara götürür ama aynı zamanda hatırlatır da. Buralara nasıl ve nereden geldik?
‘12 Yıllık Esaret’ (12 Years a Slave) özetle Abraham Lincoln’den Barack Obama’ya uzanan yolun tarifine soyunuyor denilebilir. Öte yandan sinemasal açıdan da geçen yılın eğlendirirken hafiften düşündüren lakin bu yapısıyla kimi siyahların da hayli tepkisini çeken Tarantino’nun ‘Zincirsiz’ine (‘Django Unchained’) cevap niteliği de taşıyor…
‘12 Yıllık Esaret’ bir ayakta kalma mücadelesini anlatıyor. Öykünün odağında ‘eğitimli, zeki ve yetenekli bir siyah’ var. İki çocuk babası mutlu bir aile reisi, aynı zamanda olağanüstü bir keman virtüozu. Lakin iç savaş öncesi 1841’de, New York’ta yaşayan Solomon Northup, aldığı bir teklif sonucu sirkte keman çalmak üzere Washington’a turneye çıkıyor.İlk gösterinin ardındın gittiği kutlamanın sabahında kendisini zincirlenmiş bir şekilde buluyor. Yanındaki siyahlarla birlikte bir gemiyle güneye doğru yollanıyorlar.‘Köle pazarı’nda satılıyor ve artık onun için hayat, Louisiana’da pamuk tarlalarında ça-
lışmak ve sahipten sahibe değişik yaşam biçimlerine tanıklık etmekten ibaret oluyor.
İlk filmi ‘Açlık’ta (Hunger) IRA önderlerinden Bobby Sands’in ölümüyle sonuçlanan açlık grevi sürecini, çarpıcı ve yalın bir dille anlatan Steve McQueen, ikinci filmi ‘Utanç’ta (Shame) bir anlamda yine bedenler üzerinde geziniyor ve gövdenin ruhsal iç sıkıntılarıyla olan hesaplaşmasına yeniden, bambaşka hayat modelleri üzerinden göz atıyordu. Gerçek bir hayat hikâyesinden uyarladığı (Solomon Northup, anılarını ilk kez 1853’te basmış) üçüncü filmi ‘12 Yıllık Esaret’te ana eksenini kaybetmiyor. Belki şu not düşülebilir: ‘12 Yıllık Esaret’ ruh ve beden açısından ‘Açlık’a yakın duruyor. Ama asıl ayırt edici nokta sanırım bu kez sinemasal anlamda anlatım dilinin destansı özellikler içermesi ve görsel zenginlik açısından da iddialı olması. Kim bilir, geniş ve kalabalık figürasyonla sahneler, o döneme dair bugüne kadar sinemanın neredeyse ‘Rüzgâr Gibi Geçti’den bu yana tutturduğu dil, aynı güzergâhta ilerleyen bu filme sirayet etmiş olabilir!
SİYAHİ BİR İSA!
McQueen, ‘12 Yıllık Esaret’te, 133 dakika boyunca ilginç limanlara uğruyor. Solomon, ‘kendi küçük adası’ndan koparılıp -ki filmin başlarında kilit bir sahne var, o zengin ve saygın bir adam olduğu için lüks dükkânlardan alışveriş ederken aynı mekâna giren bir köle benzer saygı görmüyor ve hemen dışarı çıkarılıyor- ‘Paralel evren’de başka bir dünyanın içine düşüyor ve burada köle tacirlerinin kendisine taktığı ‘Platt’ adıyla her şeye rağmen hayatta kalmaya çabalıyor... Gemi seyahati sırasında kendisine verilen “Aman okuma yazma bildiğini söyleme, hemen öldürülürsün” öğüdüne uyarak her ne kadar ‘cahil’i oynasa da ilk sahibi William Ford çok geçmeden ondaki cevheri keşfediyor, hatta bir keman bile hediye ediyor. Fakat bunca birikim ve yeteneğin bir işe yaramadığını, ‘beyaz efendiler’in ona her daim sınırlarını ve konumunu bildirdiğini yaşam pratiğiyle öğreniyor. Ama onun için asıl deneyim bir sonraki sahibi Edwin Epps oluyor. Nazik ve sadist arası şizofrenik bir güzergâhta gidip gelen Epps, plantasyonda çalışan genç Lupita’yı da kendi seks objesine dönüştürüyor. İşin içine Epps’in, durumun farkına varan karısı da girince, şiddet daha da katmerleniyor ve Solomon çoğu kez bütün bu yaşananların sessiz tanığı olmak durumunda kalıyor (Epps’e ‘Zincirsiz’de DiCaprio’nun canlandırdığı Calvin Candie’nin bu hikâyedeki yansıması demek de mümkün). ‘Açlık’ta ‘İsa’nın Çilesi’ türünden bir ruh durumu sona doğru filme yayılıyordu. ‘12 Yıllık Esaret’te de ‘siyahi bir İsa’ portresinden kimi pasajlara rastlıyoruz: Çoğu kez öbür yanağını uzatan, her türlü acıya karşı eski hayatına ve geride bıraktığı ailesine tekrar kavuşabilme umuduyla mücadelesini sessiz ve derinden sürdüren bir İsa…
Senaryo ve reji ele aldığı dönemi gerçekçi fırça darbeleriyle önümüze atıyor. ‘12 Yıllık Esaret’i klasik ‘kölelik dönemi’ni anlatan filmlerden ayıran en önemli özellik arkadaki sosyal ve psikolojik yapıyı doğru gözlemlerle aktarması olsa gerek. Ayrıca şu noktanın altını da çiziyor: Mesele ‘Efendi-köle ilişkisi’ olunca, eğitim de kültür de bir işe yaramıyor…
Performanslara gelince, Solomon Northup’ta İngiliz aktör Chiwetel Ejiofor için söylenecek bir şey yok, nitekim Oscar’da ‘En iyi erkek oyuncu’nun en güçlü adaylarından. McQueen’in eski deyişle ‘fetiş oyuncu’su haline gelen Michael Fassbender de Epps’te çok çok iyi. İyi kalpli ama sistem karşısında “Elimden bu kadarı gelir” tarzı takılan diğer efendi Ford’da Beneditct Cumberbatch, oyun gücünden çok varlığıyla farklı bir rüzgâr estiriyor. Kadrodaki herkes iyi, asıl ışıltılı performansı ‘arzu nesnesi’ Patsey’de Lupita Nyong’o’dan geliyor, kendisinin ‘En iyi yardımcı kadın’ı alacağı kanaatindeyim. Solomon’un umut ışığı olan Kanadalı marangoz Bass’ta Amish sakallarıyla Brad Pitt de, Lincoln çağrışımına soyunuyor.
McQueen üçüncü filminde de çok iyi bir iş çıkarmış; kendi kuşağının en iyi yönetmenlerinden biri olduğu aşikâr. ‘12 Yıllık Esaret’in kaçırılmayacak bir yapıt olduğu da…

Haberin Devamı

Vücudumu belki ama ruhumu asla..

Haberin Devamı

Hollywood’un arka bahçesinde neler oluyor?..

‘Taksi Şoförü’ ve ‘Kızgın Boğa’nın senaristi Paul Schrader’ın benim için önemi, 1990 tarihli ‘The Comfort of Strangers’ adlı muhteşem yapıtı yönetmesidir. Her ne kadar yönetmenliği kalemi kadar etkili olmasa da ‘Bazen bir ömre bir film yeter’ gerçeğini devreye sokarak Schrader’ı sineye çekebiliriz, en azından u benim için geçerlidir. Üstadın son çalışması ‘Şöhret Tepesi’ (‘The Canyons’) tuhaf bir film. Senaryo, zamanında bir tuhaflık abidesi olarak yükselen ‘American Sapığı’nın yazarı Bret Easton Ellis’in elinden çıkmış, Schrader’ın bugüne dek yazdığı ve çektiği filmleri de bazen açıklamak için ‘tuhaf’ sözcüğünü kullanırız ama ‘Şöhret Tepesi’ni anlamlandıran şey, ‘Kitsch estetiği’yle kurduğu yakın ilişki.
Film Los Angeles’ta üçüncü sınıf işlerde boy gösteren bir grup sinemacının kendi kurdukları dünyada nasıl debelendiklerini, aralarındaki çekişmeleri, seks ekseninde rotasını bulan yükselme ve rol kapma hikâyelerini anlatıyor. Ne var ki bu kâğıt üzerinde son derece güçlü görünen ‘ikili’, enerjisi düşük -ki bu bilinçli bir tercihmiş gibi görünüyor- heyecan sunmayan, hikâye nereye varacak diye merak ettiren ama bu merakın karşılığını veremeyen bir yapıt ortaya koymuş ‘Şöhret Yolu’nda. Hollywood’un yaramaz kızlarından Lindsay Lohan kadrodaki en tanınmış isim. Partneri James Deen ise porno dünyasına vâkıf olanların tanıdığı bir sima. Dile kolay, binin üstünde filmde boy göstermiş. Lakin gerçek yerinde oynatılmadığından olsa gerek en sırıtan isim olmuş! Gus Van Sant da ‘Psikiyatrist’ rolünde katkıda bulunuyor filme.

Haberin Devamı

Vücudumu belki ama ruhumu asla..

Tanrım, beni baştan yaratmasan da olur!

Mary Shelley’nin gotik romanı ‘Frankenstein’, Tanrı rolüne soyunan insanoğlunun düştüğü girdap kadar ‘Öteki’nin dertleri üzerine de modernist bir çabadır. Kurt adamlarla vampirler arasındaki bitmez tükenmez çekişmeyi anlatan ‘Underworld’ serisinin yaratıcıları, ‘Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı’nda (I, Frankenstein) romanın sonunu esas alıp bambaşka bir noktaya uzanmışlar ve bu kez yaratığı iblislerle onlara karşı koyan koruyucular (‘Çörten’ diye çevirmişler) arasındaki mücadelenin içine atmışlar.
‘Karayip Korsanları’nın senaristlerinden Stuart Beattie’nin çektiği film, grafik açıdan son derece keyifli. 3D teknolosiyle gösterime çıkan yapımda aksiyon sahneleri, görsel efektler ve karakterler hiç de fena değil. Çörtenlerin ‘Adam’ adını verdikleri yaratıkta Aaron Eckhart’ı izliyoruz ki, durumu şöyle özetleyebiliriz: Kendisi en yakışıklı Frankenstein olmuş.
‘Underworld’ serisinin karizmatik kötü adamı Bill Nighy, burada da ‘iblislerin prensi Naberius’u canlandırarak benzer bir portre çiziyor.
‘Frankenstein’ haftanın belki de en keyifli aksiyonu. Filmde Avustralya doğumlu Türk oyuncu Deniz Akdeniz’in de filmde küçük bir rolü var.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!