GeriSeyahat Amid’de saatler ne yöne döner?
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Amid’de saatler ne yöne döner?

Amid’de saatler ne yöne döner?

Yüzyıllar önce seyyahları büyüleyen doğu şehirlerinden biriydi Diyarbakır.

Heude, 1817’de “İstanbul’dan bile iyi inşa edilmiş” diye yazmıştı. Şehri gezen Faruk Turinay okuduklarıyla, gördüklerini karşılaştırdı.

Diyarbakır hakkında bir Fransız özdeyişi olması çok şaşırtıcı ama gerçek, hem de şöyle: “pierres noires, chiens noirs, coeurs noirs.” Kara taşlar, kara köpekler, kara yürekler… Yine de Kara Amid’den bahsetmek için henüz vakit
erken.Şimdiye kadar Diyarbakır Havaalanı’nı sadece bir kez, o da geceleyin görmüştüm. Gergin, karanlık bir geceydi. Işıklar yanmıyordu. Binadan acele adımlarla neredeyse koşarak uçağa binmiştik. Bizden acele etmemizi istemişlerdi nedense. Şimdiyse, gündüz gözüyle gördüğüm, orta büyüklükte bir istasyon binasından ibaret. Otobüsten inercesine merasimsiz şehre
süzülmek mümkün.

OTOGAR ÇOCUKLARI

İlçe Otogarı diye bilinen yere bizi götürecek belediye otobüsünün bagaj kapakları ardına kadar açık. Hemen yanında kavruk yüzlü, ufak tefek, yerli olduğu ilk bakışta anlaşılan bir genç kız ilgileniyor valizlerimizle. Onun o cılız haliyle ağır valizleri taşımasına izin vermiyorum tabii ki. Ve hayatımda ilk kez bir otobüse kendi valizimi kendim yerleştiriyorum.
İlçe otogarına girdiğimizde tam bir film sahnesi yaşıyoruz: Yüzünden kir pas akan, lime lime dökülmüş perişan elbiseleriyle onlarca çocuk otobüsümüze hücum ediyor. Bir an “bunlar da ne böyle, inmesek mi acaba” diye tereddüt ediyoruz. Ayağımı yere atar atmaz etrafımı sarıyorlar. Dertlerini nihayet öğreniyorum: Valizleri zaten çok yakın olan otogara kadar taşıyıp birkaç lira alabilmek… Neredeyse zorla elimizdeki bagajları kapıp götürüyorlar. Ağzım bir karış açık, olan biteni seyrediyorum. Neden sonra, müzmin yoksulluğun, cehaletin hüküm sürdüğü bir şehirde böylesine bir tablo, tüm tuhaflığına rağmen yavaş yavaş sıradanlaşıyor zihnimde. İşte, memleketimden insan manzaraları…

ZİYA PAŞA’DAN SONRA DEĞİŞMEMİŞ

Valizimizi emanet alan, pek güven vermeyen, içinden ağır ve kötü kokular yükselen bir minibüsle Suriçi’ne, Dağkapı’ya geçiyoruz. Sanki 1900’lerin başındayız. Faruk Nafiz’in Han Duvarları’nda anlattığı türden bir taşra yolculuğunu veya Yakup Kadri’nin Yaban’da resmettiği perişan hayatları hatırlatan bir hava ortama hâkim görünüyor. Ufaktan yağmur atıştırıyor, bir ara adamakıllı hızlanıyor, sonra yavaşlıyor.
Nebi Camii’nin avlusundayım, fotoğraf çekiyorum. Eserin Akkoyunlulardan kalma olduğunu öğreniyorum. 1500’lerde inşa edilmiş. O tarihlerde Diyarbakır’da Osmanlı egemenliğinin hüküm sürdüğünü hatırlıyorum. Şapele göre daha ferah, ama daha bakımsız bir Şark mabedinden daha uzaklaşıyorum. Ziya Paşa’nın gezip gördüğü tüm diyarlardan sonra çizdiği tablodan bugüne değişen bir şey yok. İhtiyar surların çevresini, karmakarışık trafiğiyle çeşitli araçların birbirine eklendiği su birikintileriyle kaplı caddeleri, çamurdan yürünmeyen kaldırımları gördükçe bu görüşüm pekişiyor. Necib Mahfuz’un Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nda betimlediği, tüm zamanların en büyük kanaat önderlerini dahi kuşatan o Doğulu çaresizlik, “Kaderde ne yazıyorsa o. Cebel, Rıfat veya Kasım ne işe yarar” kabullenmesi ete kemiğe bürünmüş burada.

GEÇMİŞ SEYYAHLARIN HAYRET VEREN ÖVGÜLERİ

Amid’de saatler ne yöne döner


Yanımda, Ensar Kitabevi’nden aldığım gezi kitabı: “Seyahatnamelerde Diyarbekir”. Yüzyıllara serpiştirilmiş bir şekilde, aralarında bizim büyük seyyahımız Evliya Çelebi’nin, Aubonne Baronu’nun şövalyesi Jean Baptiste Tavernier’nin, Paul Lucas’ın, Sestini’nin, jeolog Edmund Naumann’ın ve daha pek çok gezginin muhtelif dillerde kaleme aldığı gezi yazılarını Şefik Korkusuz derlemiş. Kitabın kapağını araladığınızda 16 ve 18’inci yüzyıllar arasında, insan ömrünü aşan zaman diliminde, yolculuğa çıkıyorsunuz. Diyarbakır’da daha anlamlı, daha güzel hangi kitap alınabilir ki?
Eski devirlerin Diyarbakır’ını hayal etmek, kuşkusuz başka bir yazının konusu. Ancak, tadımlık da olsa bazı tasvirleri sergilemeden geçmem okura haksızlık olur. İranlı şair Nasır-ı Hüsrev’in Sefername’sinden şehrin kalesine emsalsiz iltifatlar yağıyor, sene 1061: “Ben dünyanın dört bucağında Arap, Acem, Hind ve Türk memleketlerinde birçok şehirler ve kaleler gördüm, fakat yeryüzünde hiçbir ülkede Amid’inkine benzer ne bir kale gördüm, ne de gördüm diyeni duydum.” Hrand Andreasyan’ın Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi’nde anlattığı kent ahalisini okuyunca şaşırmamak elde değil, sanki başka bir dünyadan bahsediyor: “Evlerin dış manzarası çirkin ve kirli ise de, içeri girdikten sonra bir daha dışarı çıkmak istemezsiniz. Bunlar Halep evleri gibi zarif, nakışlı tavanlı ve köşklü. Halk da çok nazik ve müreffeh. Yemekte sarhoşluk, gevezelik şöyle dursun, sakin, usulü dairesinde dururlar. Zira hepsi okuyan, bilgin insanlar. Gerek hasbihallerde gerek alışverişte zekâ ve nezaketle hareket eder, edebi bir lisanla konuşurlar.” Bu hem sevindirici hem üzücü hatırayı okuduktan sonra medeniyet açısından ileriye gittiğimizi söylerken iki kere düşünmemiz gerekmez mi? Üçüncü ve son iştah açıcı iltifat kuzeyden, William Heude’den. 1817’de Londra’da yayımlanan kitabında şunu yazmış: “Şehri dolaştıktan sonra, İstanbul dahil gördüğüm tüm Müslüman şehirler arasında burasının en iyi inşa edilen yer olduğu kanaatine vardım. Genel olarak cadde kaldırımları iyi, oldukça temiz ve diğer kasabalara göre caddeler daha geniş.” Ne tuhaf! Bütünüyle tesadüfen aynı yazıda bir araya gelen Diyarbakır’ın caddeleri, kaldırımları hakkındaki Heude ve benim zıt yöndeki tasvirlerimiz, ne yazık ki, değişimin iyi yönde olmadığının, şehrin parlak geçmişinin geleceğe taşınamadığı gerçeğinin bir başka yansıması olarak kendini gösteriyor.
Batman’a geçeceğimiz ilçe otogarına ulaştığımızda, havaalanına gelirken otobüse hücum eden çocuklardan eser kalmadığını fark ediyorum. Meğer şehir içi araçları onların ilgi alanına girmiyormuş; havaalanı otobüslerinin onlar için yeri başkaymış. Bunun sebebini anlamak kolay oluyor. Batman minibüsüne, başına bir iş gelmeden elimize geçtiğine sevindiğimiz valizleri bırakırken içimden yeni öğrendiğim birkaç kelimeyle de olsa Kürtçe konuşmak geliyor; muavine “ez spas dıkım” diyorum, “önemli değil” diye cevap veriyor. Türkiye’de konuşulan bir dilde küçük bir söz söyleyerek iletişim kurabilmek mutluluk verici. Varsın, yağmura teslim olduğunu duyduğum
Batman beni beklesin…

Yürüdükçe genişleyen sonu gelmeyen kitabevi

Hasan Paşa Hanı’nın taş duvarlarıyla çevrili bir kitapçıya giriyorum. Öyle güzel bir mekân ki, daha kapısında fotoğraf çekmeden duramıyorum. Kubbeler halinde yan yana sıralanmış tavanıyla, kadim devirlerden kalma, kocaman bir kitapçı dükkânının içindeyim. Hemen girişteki tezgâhta Ahmedi Hani’nin yeni basılmış Mem ü Zin’ini görünce şaşırmıyorum. İşte o anda tüm ideolojik çatışmalar, siyasi kavgalar, bölgesel gerilimler ortadan kayboluyor. Geriye kalan yalnız şiir… Kadri Yıldırım’ın Türkçesiyle şöyle: “Ey aşk arzusunun doğduğu güzellik ufku / Ey hem hakiki hem mecazi aşkın maşuku.” Sanatın bağımsız ve özgür kalesi, gümüş rengi kitabın üzerindeki kırmızı kalbin içinden varlığını duyuruyor Diyarbakır’da: “Üç gün üç gece boyunca hiç ara vermeden / O dudakları kurumuşlar içiyordu o meyden.”
Bizi asıl şaşkınlığa düşüren, yürüdükçe genişleyen, bir türlü sonu gelmeyen kitabevi… Kürtçe kitapların bu kadar fazla olduğu başka bir kitapçı görmemiştim. Ensar Kitabevi’nin sahibi Cemalettin Bey’in misafirperver tavırları, hoş sohbeti ve kitapların baş döndürücü havası içerisinde iki saatin geçtiğini fark etmiyoruz. Sohbetimiz kitapçılık işinden yayın sektörüne, Kürt sorunundan yeni anayasa çalışmalarına, yakın ve uzak bölge tarihinden başka şehirlerdeki kitabevlerine varıncaya kadar çeşitli konular üzerinde geziniyor. Diyarbakır surlarının yorgun, sıcak nefesinin hissedildiği, içinde serinlediğimiz Hasan Paşa Hanı’nın İstanbul’un Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ne, İzmir’in Kızlarağası’na, Bursa’nın Koza Hanı’na pek benzeyen kekremsi kokusunun duyulduğu “geniş, yekpare bir an”da bunları konuşmaktan doğal
ne olabilirdi?

Şişte Dağkapı ciğeri

Cemalettin Bey’in tarifi üzerine ünü şehrin surlarını fersah fersah aşan Dağkapı Ciğercisi’ne yollanıyoruz. Dar apartmanların arasına sıkışmış, mütevazı, biraz izbe bir yer. Dağlanmış ciğer dört şiş halinde, közlenmiş biber ve domates dilimleriyle birlikte sunuluyor; yanında etrafa kızıl yansımalar saçan bakır tasta yoğun kıvamlı ayran teklifine karşı koymak mümkün değil.

False