Babam TV’de beni görünce ağlıyor...

Edmondo De Amicis. Bu ismi daha önce duymuş muydunuz? Eminim çoğunuzun kitaplığında ‘Çocuk Kalbi’ isimli kitap vardır ve okumaya yeni başlarken bu kitabı da okumuşsunuzdur.

Ben okuma alışkanlığını ilk kez bu kitapla edindim. İlkokul ikinci sınıfa giderken, yaşadığımız kasabadan İstanbul’a bir iş için giden babam dönüşte bana bu kitabı hediye getirmişti. Her zamanki mesafeli tavrıyla kitabı bana uzatmış ve ‘Oku bakalım beğenecek misin’ demişti. Okuyup çok etkilendiğim bu kitaptan sonra, artık kendi kitaplarımı kendim seçmeye başlamıştım.

Sabahları hatta tatil günleri bile yataktan çok erken kalkardı babam, ama hiçkimseyi de uykusundan uyandırmazdı. Hani derler ya, ‘kedi gibi’ dolanırdı evin içinde. Güne çok erken başlayıp, çok erken bitirenlerdendi. Sabah kalkar kalkmaz gidip gazetesini alır, eve gelir, sonra da erkenden işine giderdi. Şimdi ben de çok erken kalkıyorum sabahları, hatta bazen soruyor patronum bana ‘Niye bu kadar erken geliyorsun işe’ diye...



***

Bana kitap okuma alışkanlığını ‘Çocuk Kalbi’ kitabıyla kazandıran babamı, elleri simsiyah olmuş bir şekilde hatırlarım hep. O zamanlar her gün Cumhuriyet gazetesini neredeyse ölüm ve satılık araba ilanlarına kadar okuyan babamın elleri, gazetenin mürekkebinden boyanırdı. Yani o ellerinin boyası, bedeniyle çalıştığı için değil, çok gazete okuduğu içindi.

Her yerde ve her şartta gazete okurdu; yemek masasında, sahilde, televizyonun karşısında ve hatta tuvalette bile. Şimdi ben de güne gazete okumadan başlayamıyorum nedense?

Pilli, ufacık bir radyosu vardı babamın, bej renginde. Evde ya da sahilde, nereye gitse yanında taşıdığı. Kulağını radyonun hoparlörüne yaklaştırıp, öğlen 13.00 ve akşam 19.00 ajansını, yurttan sesler korosunun konserini ve Sabite Tur Gülerman’ın şarkılarını dinlediği... Ve bana Pazar sabahları ‘Çocuk Radyosu’nu dinlettiği...

Her akşam aynı saatte gelirdi eve. Hani neredeyse onu evin kapısında görünce ‘saatinizi kurabilirdiniz’. Saat akşamüstü 19.30 oldu mu, evin kapısının önünde bizim emektar Anadol’un motor sesi duyulurdu. Babam büyük bir özenle arabasını kilitler, sonra kapılar kilitlenmiş mi diye kontrol eder, en sonunda da arabanın örtüsünü örter eve gelirdi. Eve gelir gelmezde televizyona koşardı. Çünkü o zamanların tek kanallı siyah beyaz televizyonlarında, genel olarak Aytaç Kardüz’le Zafer Celasun’un birlikte sundukları ana haber bülteni akşam tam saat 20.00’de başlardı. Babamın da hiç ama hiç kaçırmak istemediği bir şeydi bu. Haberleri seyretmeden günü bitirmezdi, şimdi ben de televizyonlardaki ana haber bültenlerini kaçırmadan seyrederim. Hatta bir ona bir öbürüne zaplayarak.

Hayata karşı hep fazlasıyla temkinliydi babam. Evde hiçbir erzağın bitmesine izin vermezdi. Hepsini yedekli olarak alır, eve yığardı. Hatta annem hep ‘Sanki savaş çıkacak, ne var bunları bu kadar dolduruyorsun eve’ derdi. O kadar temkinliydi ki, dört kişilik evimize her gece iki ekmek alırdı. Bayat ekmekler bitmeden taze ekmekleri yememize izin vermezdi. Şimdi ekmek bayat olmuş, taze olmuş hiç fark etmez benim için, üstelik yemesem bile eve ekmek alırım neredeyse her gece....

Çok az konuşurdu babam. Gerekmedikçe ağzını açıp bir şey söyleyenlerden değildi. Öyle gerekli gereksiz konuşmalara katılmaz, genel olarak konuşulanları dinlerdi. Zaten öyle kalabalıkları çok seven birisi de değildi. Yalnızlığı severdi daha çok, gazete okumayı, radyo dinlemeyi bir de televizyon yayınları başladıktan sonra televizyon seyretmeyi severdi. O zamanlar yayınlar yeteri kadar güçlü olmadığı için karlı (!) gösteren televizyonumuz, yayınları net göstersin diye neredeyse her gece, eve yeni bir elektronik aletle gelirdi. Her çıkan elektronik aleti takip eder ve hemen satın alırdı.

Hiç unutamadığım iki sevinci vardır babamın, birisi 1974 yılında dağa taşa Karaoğlan yazılan seçimde Bülent Ecevit’in seçimi kazanması, diğeri de kız kardeşimin düğünü. Kız kardeşimin düğününde babamdan beklenmeyecek kadar oynamış, çok gülmüş, çok eğlenmişti. Ama Almanya’da çalışan birisiyle evlenen kız kardeşimin Almanya’ya doğru yola çıktığı sabah, bu kez gözyaşlarını hiçbirimizden saklamadan, gözyaşlarından hiç ama hiç utanmadan bağıra bağıra ağlamıştı babam. Belki de bu yüzdendir benim gözyaşlarımdan hiç utanmamam...

Kemal Sunal fimlerine çok gülerdi babam. Hani ‘katıla katıla’ derler ya işte öyle gülerdi. Gülmekten gözlerinden yaş gelene kadar...

Dallas’ı , Kaçak’ı, Zengin ve Yoksul’u seyrederdi. Televizyonda o zamanlar neredeyse her gece, Hicaz faslını dinler, mırıl mırıl eşlik ederdi bütün şarkılara. Ama hiç ‘şarkı söyleme sesi’ni duymadık biz o şarkılara eşlik ederken... O hep mırıldandı şarkılarını...

Her yaz ailecek Erdek sahillerine tatile götürürdü bizi. Deniz yatağının üzerine yatmayı çok severdi. Haa, bir de gündüz uykusunu...

Babam şimdi 65 yaşına geldi. Yıllarca doktorların teşhis koyamadığı ama en sonunda geçen yıl Alzheimer dedikleri bir hastalığı var. Artık işe gitmiyor, satır satır gazete okumuyor, televizyonda katıla katıla gülerek Kemal Sunal filmlerini seyretmiyor. Ama hálá odasında televizyonunun başında haberleri takip ediyor. Bir de televizyona ben çıktığımda ya da herhangi bir yerde adım geçtiğinde ağlıyor, kimseye göstermemeye çalışarak. Sanırım gurur duyuyor benimle...

Ben de seninle çok gurur duyuyorum babacığım, artık çok geç olsa da...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken Cici Kızlar, Delisin’i söylerdi.
Yazarın Tüm Yazıları