Siyaset sivilleşmezse demokrasi de zor gelir

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eski siyasetçi ve köşe yazarı Hasan Celal Güzel’in yayınladığı derginin Anayasa özel sayısı için kaleme aldığı yazı, dünkü Sabah gazetesinde tam metin yayınlandı.

Elbette bu yazıyı bizzat Başbakan oturup yazmadı, onun yerine bu işi yapan danışmanları var. Ama son tahlilde yazının Başbakanın onayından geçtiğine de kuşku yok; çünkü yazı onun imzasını taşıyor.

Fazla ince eleyip sık dokumazsanız yazı fena değil. Ama biraz yakından bakınca bazı sorunlar ortaya çıkıyor. Bu sorunların bana göre birincisi, yazıyı yazanın bilincindeki bölünme.

Yazıya göre bir anayasa üç işlevi yerine getiriyor. Birincisi, devletin düzeni, organların yerleri, görevleri, işlevleri vs. İkincisi vatandaşın devlet karşısındaki hakları, özgürlükleri. Üçüncüsü ise bu metnin bir toplumsal sözleşme olması.

Sıralama, rakamlarıyla aynen böyle. Ama hemen ardından yazar, ‘En önemli unsur Anayasanın toplumsal sözleşme olması niteliğidir’ diyor.

E madem en önemli unsur bu, o zaman neden birinci sırada değil? Çünkü hepimiz gibi yazarın da kafası karışık.

Devam ediyoruz: Yazıda ideal olanın devleti aşkın bir varlık gibi görmemek olduğu, vatandaşlar olmadan ve onların rızası dışında devletin olamayacağı söyleniyor. Ve doğru da söyleniyor. Ama aynı yazıda, vatandaşların devlete karşı haklarının Anayasayla güvence altına alındığı söyleniyor.

Hani devlet aşkın bir varlık değildi?

Bu, Türkiye’de hiç de yadırgamadığımız çok tipik bir durum.

‘Devlet’ kelimesini ve bu kelimenin vazettiği kavramı ne yapacağını, nereye koyacağını bilemeyen insanlar topluluğuyuz bizler.

Aklı selimle düşününce devletin vatandaşından bağımsız, ondan üstün ve aşkın bir varlık olmadığını söylemeye, kabul etmeye hepimiz yatkınız. Ama genetik kodlarımız veya içgüdülerimiz çoğu zaman böyle söylemiyor; devleti yüce ve aşkın bir yere koyuveriyoruz hemen.

İşte tam da bu, siyasetin sivilleşmesi sorunudur.

Sivilleşmeden sadece ‘de-militarizasyon’u anlamayın. Elbette militarize olmaktan kurtulmak önemlidir ama o tek başına sivilleşme değildir. Esas sivilleşme, ‘devlet dışı’lıktır.

Ülkemizde, aynen biz vatandaşlar gibi siyasetçiler de kendilerini devletin dışında konumlayamazlar bir türlü.

Anayasa meselesinin gelip tıkanmasının sebebi de budur.

Her siyasi partinin ve her siyasetçinin kendine göre bir devlet tasavvuru var. Ve Anayasaya bu tasavvuru yazmak istiyor; kendi aklındaki devlet herkesin devleti
olsun istiyor.

Başbakan Anayasanın işlevini anlatırken birinci maddeye, ‘Devlet organları’nı koyuyor. Bu konu önemsiz değil elbette ama Anayasa yazmaya başlamak için yanlış bir nokta.

Anayasa dediğimiz şey iktidarın (devletin) meşruiyet kaynağını uhrevi olmaktan çıkarıp dünyevileştiştirmek için vardır. İktidar meşruiyet kaynağının dünyevileşmesi demek, iktidarın biz vatandaşların rızasına dayanması demektir.

Yani önce insanların insan olmaktan doğan doğal hakları vardır. Seçme ve seçilme hakkı, bu haklardan sadece bir tanesidir ve Anayasa yoluyla biz bu hakkımızı belli bir süre için devrederiz; geri kalan haklarımız hep bizdedir; bizde durur, kimse onları elimizden alamaz.

Sonra devrettiğimiz bu iki temel hakkın ortak toplumsal örgütümüz olan devlet tarafından nasıl kullanılabileceğine ilişkin ayrıntılı düzenlemeler yapılır Anayasada.

Yani ‘organ’lar yerli yerine konur; yetkileri belirlenir.

Bir bakın bakalım Anayasaya bakış açısı böyle mi?

Başbakan, yazısında bu topraklardaki ilk Anayasanın 1876 tarihli ‘Kanun-u Esasi’ olduğunu doğru biçimde söylüyor, 1921 ve 24 Anayasalarına ise ‘Teşkilat-ı Esasiye’ adı verildiğinden söz ediyor.

Sahiden de, önce bir ‘teşkilat’ (devlet) vardı, onun esasları belirlendi. Bugün de maalesef aranan bu:

Devlet var, ona bazı temel esaslar aranıyor.

Siyasetçi sivil olsa, bizler sivil olsak görebileceğiz: Bir de vatandaşlar var...
Yazarın Tüm Yazıları