Tekne sahibi olmak ayıp sanki!

Güncelleme Tarihi:

Tekne sahibi olmak ayıp sanki
Oluşturulma Tarihi: Şubat 04, 2013 00:00

Karaya yakın, deniz üstünde bir yaşam seçmiş Birol Güven. Eşi ve çocuklarıyla yaz aylarını teknesinde geçiriyor. Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede tekne sahibi olmanın ayıplanmasına şaşırıyor... Ünlü yapımcı, tekne tutkusunu ve deniz aşkını Motor Boat&Yachting dergisine anlattı.

Haberin Devamı

* Sen denizcisin ama çocukların çok meraklı değil denize sanırım...
- Deniz yalnızlıktır. Yani sosyal bir şey değildir. Ancak kıçtankara olduğunda sosyalleşirsin. O yüzden pek çocuklara göre bir şey değil. Biraz da bu nedenle karadan çok fazla ayrılamıyoruz biz.

* Gönül ister mi biraz açılmayı, uzaklaşmayı?
- Yok, öyle bir şeyim yok. Ben denizin üstünde ama karaya yakın olmaktan hoşlanıyorum.

* Denizde yaptığın en uzun mesafe ne?

- Yunan adaları, Bodrum, Gökova, Marmaris... İşte klasik güzergahlar.

* Yaz aylarını teknede mi geçiriyorsunuz?
- Evet, 2,5 ay kadar kalıyoruz teknede. Gümüşlük Akademi’ye gidiyor çocuklar, müzik öğreniyorlar. Gümüşlük’ü çok seviyoruz. Çökertme’yi çok seviyoruz. Bir de yakın Yunan adaları arasında takılıyoruz.

TEKNE SAHİBİ OLMAK AYIP SANKİ
* Tekne, aslında bir tür yazlık ev, öyle değil mi?
- Evet, biraz ev mantığıyla yaşıyoruz.

* Manzarası istediğiniz zaman değişen bir yazlık...
- Tabii, tabii... Ama üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede deniz kültürü antipatiyle karşılanıyor, bunu anlamak mümkün değil. Bundan birkaç yıl önce Deniz Baykal’la ilgili haber çıkmıştı, 14 metre mi ne bir tekne almış diye. Bir sürü dedikodu yapıldı. İşin üzücü yanı, Deniz Baykal da çıktı yalanladı. Türkiye’de başbakan yardımcılığı, bakanlık yapmış bir insan, emekliliğinde 14 metre tekne alma haberini yalanlaması gerektiğini düşünüyorsa, kim çıkıp “Benim teknem var, tekne almak istiyorum” diyebilir ki? Sanki ayıpmış gibi! Türkiye’de insanların teknesi olması değil, teknelerinin olmaması haberdir. Bir şey daha söyleyeyim mi; tekne sahibinden, çalışanından, kaptanından, balıkçıdan asla denize zarar gelmez. Çünkü denizin kıymetini onlar bilir. Günübirlikçilerdedir tehlike. Belli bir altyapı olmadan, o gün “Hadi kız gel öğleden sonra şöyle bir tur yapalım” diyendedir. Ama denizle haşır neşir olandan zarar gelmez. Bir çöpü bile havada yakalar denizci, denize düşmesin diye.

* Çocuklar için de iyi bir eğitim o zaman, değil mi?
- Denizi tanımak, yelkenci olmak, müthiş bir koordinasyon, müthiş bir ekip çalışması. Çok önemli bir eğitim. Ben çocuklarımın öğrenmesini çok isterdim ama bizimkiler müzisyen olduğu için -oğlum piyanist, kızım da obua çalıyor- parmaklarını korumak zorundalar. Öğretmenleri tenis bile oynamalarına izin vermiyor mesela. O yüzden yelken yapamıyorlar, çünkü deniz aynı zamanda tehlikeli bir spor dalı.

* Eşinin denizle arası nasıl?
- Çok iyi oturuyor o! (Gülüyor) Ama hiçbirimiz denizden korkmuyoruz. Hatta bazen öyle havalara yakalanıyoruz ki, ben korkuyorum, çocuklar eğleniyor.
RAHMİ KOÇ
DENİZCİLİĞİ

* Hiç okyanusu geçmek, Akdeniz’i aşmak gibi bir hayalin oldu mu?
- Asla. Benim hayalimdeki denizcilik, biraz Rahmi Koç’un denizciliğine benziyor. Hani, tekne bir yere gidiyor, o da arkasından uçakla gidiyormuş ya oraya... Uzun deplasmanlar bana göre değil.

* İki ay ailece teknenin içinde kalıyorsunuz. Bu, dar alanda test gibi bir şey...
- Denizin üstündeyiz ama karayla çok temas halindeyiz. Çok Türk usulü bir denizciliğimiz var. Bir yere gittiğimizde mutlaka hemen geri dönüyoruz.

* Peki balıkçılığa hevesin var mı? Denize çıkınca insanın bir olta atası gelir ya...
- Var var ama henüz tutamadım. Her şeyi alıyoruz, takımlar falan ama... Kıçtankara ekibiz ya, karaya yakın olduğumuz için balıklar bizim olduğumuz yere takılmıyor. Metin (Akpınar) Abi çok iyidir, hiç boş dönmez. Ona misafirliğe gittiğimizde taze balık yeriz. İyi de yemek yapıyor. Bir de felsefesi iyi. Yiyeceği kadar yakalıyor. Depolamıyor. Bir tane yakalıyor, onu pişirip yiyor.

* Bu deniz işi tek başına pek yapılamıyor. Aile de paylaşmıyorsa zor oluyordur değil mi?

- Tek başına yapılmasın zaten. Ayrıca her şeyi de aileyle yapacak değiliz. Arkadaşlarla da yapılacak şeyler bunlar. Mesela geçen sene şirketten, yönetmen arkadaşlar falan yelken kursuna gittik. Öğrendik biraz. Sonra çıktık, altı saat denizde gezeceğiz. Sekiz saat dolaştık ama bunun beş saati adadaki restoranda geçti. Denizle ilgili anılarım, denizdeki restoranlarla ilgili oluyor. Kurstaki birçok ekip döndüğünde deneyimlerini paylaşırken, “şöyle tramola yaptık” falan diyor, bizse “şöyle kalamar yedik, böyle karides yedik” diye anlatıyoruz.

* O zaman sizin şirketten yelken takımı çıkmaz...
- Yelken, restoran bunların hepsi vesile. Önemli olan denize yakın olmak, denizden daha çok faydalanmak. Yelken ya da tekneciliğin en büyük nedeni bu bence.

* Deniz insanısın yani...
- Denizde büyüdüm. Darıca’da. Pişmanlığı sevmem ama hayatımın daha çok zamanını denizde geçirsem keşke diyorum. Karada çalışıyorum, bir şeyler yapıyorum ama geri kalan hayatımı bir şekilde denizde geçirmek istiyorum.

“SEKSENLER”, ÖNEMSİZ ŞEYLER BELGESELİ
* Yaptığın diziler için “herkese hitap eden, ortak paydalar bulmalıyız” demiştin. Bir de sık sık uzlaşma konusuna vurgu yapıyorsun. Bu ortak paydalar nelerdir?

- 74 milyon insanın yaşadığı çok büyük bir ülke burası. Bir de sınırlarımızın dışında var olan ve bizim ayrılmaz parçamız Türkiye vatandaşlarını da düşündüğümüzde sandığımızdan çok büyük bir kitleyle karşı karşıyayız. Bu kadar kalabalık insan grubunun uzlaşması gerçekten çok zor ama imkansız değil. Bu konuda benim bir formülüm var, bu formülü tüm projelerimde uyguluyorum. “Hiç kimsenin itiraz etmeyeceği şeyler” bulup onları hikayeleştiriyorum. Yaptığım dizileri iktidar da seyrediyor, muhalefet de. Bu itiraz edilmeyen şeyler listesini çoğaltıp ortak bir barış formülüne çevirebiliriz, çünkü bu topraklar hepimize yetecek kadar büyük. Birlikte barış içinde yaşamamamız için hiçbir neden yok.

* Seksenler sanırım, bu ülkede bu dönemde yakalanabilecek en büyük “ortak payda”.
- Seksenler bir “önemsiz şeyler belgeseli”. Biz önemli şeylerde ayrışabiliriz ama önemsiz şeylerde biriz, ortağız. Bu topraklarda yaşayıp da soba üzerinde kestane pişirmemiş kaç kişi vardır? Seksenler aslında nasıl büyük bir ailenin parçası olduğumuzu ve serbest piyasa ekonomisi içinde nasıl ayrıştığımızı anlatan bir proje. Bir ortak payda nostaljisi.

* Seksenler neden bu kadar revaçta?
- Seksenler bir dönem değil, yani Muhteşem Yüzyıl döneminden farklı. Şu an toplumun kanaat önderi diyebileceğimiz bir çoğunluğun bizzat yaşadığı bir yakın tarih eğlencesi. Bence türü de “nostalji sineması”. Böyle bir sinema türü yok, ben uydurdum ama çok da yanlış olmadı. Belki tarihe de bu isimle geçer. İnsanlar Seksenler’i bir filmden çok evde aile arasında albümlere bakar gibi izliyor. Bazen izlediği şeyden kopup kendi çocukluğunda bir yolculuğa çıkıyor. Gençliğini, çocukluğunu, belki sağlığını özlüyor. Başarısının sebebi bu nostalji duygusu.;

EVRENDE HİÇBİR ŞEY TESADÜF DEĞİL
* Hacettepe İngilizce, Sultanahmet rehberlik, yazarlık, yapımcılık... Bu dizilime bakınca, “rüzgara bırakma eğilimin” varmış gibi görünüyor. Yoksa uzun soluklu bir planın parçası mı bunlar?
- Tüm yaşadıklarımı belirleyen tesadüfler var hayatımda. Şimdi geriye dönüp baktığımda her insan için yazılmış bir senaryonun varlığına inanıyorum. Yaşadıklarımı rastgelelik anlamına gelecek bir tesadüf kelimesinin anlatması mümkün değil aslında. Bunu anlatmak için son dönemde öğrendiğim ve üzerine kafa yormaya başladığım tevafuk kavramının altını çizmek isterim. Galiba evrende hiçbir şey tesadüf değil.

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!