‘Türk sorunu’ aşılmadan ‘Kürt sorunu’ aşılabilir mi?

ÖNCE bir kez daha ‘Türk sorunu’ndan ne anladığımı tanımlayayım ki, yazacaklarım doğru anlaşılsın.

Haberin Devamı

Bana göre ‘Türk sorunu’ basitçe Türklerle Kürtlerin eşit olamayacağını, Türklerin üstün, Kürtlerin ise aşağı olduğunu söylemenin, düşünmenin, uygulamanın adıdır.

Bu kadar genel tanımlayınca pek çok kişi, ‘Böyle bir sorun yok, elbette eşitiz’ diyecektir ama kazın ayağı öyle değil.

Bu konudaki en basit örnek, ‘Madem eşitiz, o zaman Kürtçe dili üzerinde hala süregelen engellemeler, bu dilin eğitim dili olmasının hala yasak olması nasıl izah ediliyor’ sorusunda gizli.

Gündelik hayatın gerçeklerine ilişkin onlarca örnek daha verebilirim, meselenin sadece dilden ibaret olduğu sanılmasın.

Verdiğim ve verebikeceğim bütün örneklerin bir ortak noktası var yalnız: Konuşup görüş bildirenlerin de, kararları hayata geçenlerin de Kürtlere karşı tavrı en iyimser ihtimalle ‘ağabeylik-velilik-vasilik’ tavrı; ‘Biz sizin için neyin daha iyi olduğunu sizden daha iyi biliriz’ tavrı.

‘Kürtçe yetersiz bir dil’ denirken de böyle, ‘Ama belediyeciliği beceremiyorsunuz ki’ denirken de böyle, ‘Madem ayrılmak istiyorsunuz İstanbul’dakileri de alın gidin’ derken de böyle.

Geçen gün de yazmaya çalıştım; tanımlamaya çalıştığım anlamıyla bir ‘Türk sorunu’ var olduğu içindir ki, ‘Kürt sorunu’ diye bir sorundan söz ediyoruz esasen.

Tam da bu yüzden, ‘Kürt sorunu’nu çözmenin gerek şartı, ‘Türk sorunu’ ile yüzleşmektir. Bu sorun belki hiçbir zaman tamamen çözülemez ama sorunun varlığıyla yüzleşmek, ona bir sorun muamelesi yapmak çok temel ve önemli adımlar olacaktır.

Şunu anlıyorum: ‘Türk sorunu’ ile yüzleşmek demek, kendini ‘Türk’ olarak tanımlayanlarda bir yenilgi duygusu yaratacaktır. Bu duygu tehlikeli bir duygu; o yüzden de meselenin hassasiyetle ele alınmasında fayda var. (Baksanıza, ‘Ele silah almak’tan söz edenler bile var.)

Ancak yine de, Kürtlere bu ülkede bunca yıldır nasıl bir hayatı reva gördüğümüzü, onları nasıl asimile olmaya zorladığımızı kabul etmeden, kendi fena geçmişimizle yüzleşmeye başlamadan ‘Türk sorunu’nu konuşamayız.

Ama şunu da unutmayalım: ‘Türk’ kimliğinden bir mağdur edebiyatı çıkmaz.

Çıkmayacağı için de, kimliği ezilmişlik üzerine kurmak yerine pozitif değerler üzerine kurmak, adına ister ulusalcılık deyin ister milliyetçilik, her türlü ‘Türk’ ön adlı kimlik siyasetinin gidebileceği yegane akıllı yok olarak gözüküyor.

Haberin Devamı

Heybeliada Ruhban Okulu:

‘Ben karışmıyorum’ diyememek...

Haberin Devamı

HÜRRİYET’in dünkü manşeti önemliydi. Habere göre Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Batıda neredeyse bütün uluslararası platformlarda karşımıza çıkan ‘Ruhban okulunun açılması’ konusuyla ilgili bir talimat vermiş, ‘Bulun bir yolunu açılsın’ demişti.

Bulunmak istenen yollar hep bizim Tevhidi Tedrisat Kanunu’muza çarpıyor. Çünkü bu okula bir ‘statü’ vermek için onu illa resmi bir eğitim kurumuna ilişkilendirmek gerek. Bu zaten Patrikhane’nin de kabul etmediği bir yol. Çünkü Patrikhane, doğal olarak okulun yönetiminde ve müfredatının oluşumunda tek yetkili olmak istiyor.

Bana sormazlar ama ben yine de söyleyeyim: Bu okulun bizim milli eğitim sistemimiz içinde veya herhangi bir eğitim sistemi içinde bir ‘statü’sü olması gerekmez.

Devletimiz, aynen okul gibi aslında herhangi bir hukuki statüsü olmayan ama dünya tarafından ‘evrensel’ (ekümenik) sıfatıyla kabul gören patrikhaneye, ‘Yahu bana ne sizin ruhban okulunuzdan, ister açın ister kapatın’ dese mesele bitecek.

Çünkü bu okulun üstünde TC damgası bulunan kağıtlara basılı diplomalar vermek gibi bir derdi de yok, patrikhanenin kendisine verdiği statü dışında bir statüye sahip olma derdi de yok.

Nasıl Ali Nesin’in kişisel çabasıyla oluşturduğu ‘Matematik Köyü’ varsa, Heybeliada’da (veya başka bir yerde) bir ruhban okulu da olabilir.

Yeter ki devlet, ‘Ben karışmıyorum’ desin.

Yazarın Tüm Yazıları