Aşkın ve ölü şairlerin kentinde, melankolinin kollarında

Güncelleme Tarihi:

Aşkın ve ölü şairlerin kentinde, melankolinin kollarında
Oluşturulma Tarihi: Eylül 03, 2012 00:00

Dünya siyasetinin güç odaklarından Moskova, şairleriyle de dünya edebiyatında önemli yere sahip. Puşkin, Mayakovski, Lermontov, Yesenin... Kimi caddelerdeki dizeleriyle, kimi de anıtları, müzeleriyle şehre izini bırakmış. Ortak özellikleri hayatlarını dramatik şekilde noktalamaları. Aşk acısıyla intihar edenler, düello kurbanları... Nazım Hikmet de bu isimler arasında. O da memleket aşkı, hasretiyle ölmüş. Eylül kapımızı çaldığında, hüznün mevsimi başlayınca, şairleri hatırlamanın zamanıdır. Nedim GÜRSEL

Haberin Devamı

1983 ilkyazında Kremlin’den yukarıya doğru, o zamanki adıyla Gorki Caddesi’ni yürüyüp burada, Puşkin’in heykelinin altında Tanya’yı beklemiştim. O zaman da bugünkü gibi kayın ağaçları ve üç sokak feneri süslüyordu alanı. Rossia Sineması cam ve çelikten zırhı içinde başka bir gezegenden gelmiş gibiydi. Tanya’nın mutlaka görmek istediği bir film oynuyordu ama nedense gelmemişti buluşmaya. Sahi ben hangi Tanya’yı beklemiştim Puşkin Alanı’nda? Fransa Büyükelçiliği’nde çalışan koyu mavi gözlü, o ince kızı mı, Nazilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında henüz 18’inin baharında astıkları partizanı mı yoksa? İlki hayattaydı çok şükür, gülüyor, özlüyor, seviyor ve sevişiyordu. Bir dost evinde tanışmıs sabaha dek birbirimizden ayrılamamıştık. Ötekininse gerçek adı Zoe’ydi ama sorguda Tanya demişti cellâtlarına. Onu Nâzım Hikmet’in İnsan Manzaraları’ndan tanıyordum. Kızoğlan kızdı. İncecikti kasları, badem gözlü, kısa saçlıydı. Ve genis alnı “ay ışığı gibi rahatlık ve rüya veriyordu insanın içine.” Yağlı urganın ucunda can vermiş ama yoldaşlarını ele vermemişti. “Biz 200 milyonuz / 200 milyon asılır mı” diye haykırmıştı ölmeden önce.

Haberin Devamı

NİCE HEYKEL YIKILDI PUŞKİN’İNKİ HÂLÂ YERİNDE

Moskova dönüşü yazdığım “Puşkin Alanı” adlı öykümde iki Tanya’yı anlattım. Adlarından başka aralarında benzerlik yoktu. Ve ikisi de gelmemişti buluşmaya. Yalnızdım, bugünkü gibi. Hayallerimin efsanevi kentindeydim. Yalnızca ben değil solcu gençlerin çoğu o yıllarda Moskova’yı görmeye can atıyordu. Ve gericiler sokaklarda “Komünistler Moskova’ya” diye bağırıyordu. 1956’da Stalin’in cinayetlerini gün ışığına çıkaran Kruçev raporuyla çözülmeye başlayan buzların hızı, komünizm top yekûn ortadan kalktıktan sonra kesilebildi ancak. Çözülen Neva, Volga, Moskova nehirlerindeki buzlar değildi yalnızca, dünya egemenligi peşindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ydi. Bu sürecin ardından Moskova yolu açıldı ama komünistlere değil, işadamlarımızla mütahitlere. Türkiye’den gelen varlıklı kesim doldurdu Moskova sokaklarını. Ve lokantalarını. Örneğin tam karşıda Avrupa’nın en büyük Mac Donald’ı var. Neyse ki, Tverskoy Bulvarı’nın ortasındaki parkın girişinde Cilâlı Taş Devri’nden kalmış gibi duran kaya parçasına dokunmamışlar. Kiril alfabesini çözebildiğim için granite kazınmış harfleri okumakta güçlük çekmiyorum. 1905 ve 1917 devrimleri sırasında burada kurulan barikatlardan, sosyalizm uğrunda hayatlarını feda edenlerden söz ediyor. Çoğu hayatlarını bu uğurda feda etmemiş olsalar da Rus halkının şairlerine sahip çıktığını biliyorum. Bunun en belirgin örneği önümde heybetle dikilen Puşkin heykeli. 132 yıldır ayakta. Oysa nice heykeller söküldü bu kentin alanlarından. Moskova ölü şairler kenti bir bakıma. Öldürülen ya da intihar eden şairlerin ruhları dolaşıyor her yerde. Heykelleri, bronz mantolarına sarılmış, gelen geçene dalgın gözlerle bakıyor. Bu dünyada değiller artık, ama, aramızdalar. Onların anısıyla yaşıyor, dizelerini mırıldanıyoruz.

Haberin Devamı

YESENİN’İN EŞCİNSEL AŞKI NEDEN GİZLENDİ

“Puşkin Alanı” Lermontov’un bir beyitiyle başlıyordu: “Şair yok artık / Hayat tükendi.” Düelloda öldürülen Puşkin’e adanmış bu dizelerin şairi de çok genç yaşta bir düelloya kurban gitti. Yesenin, o zamanki adı Leningrad şimdiki adı St. Petersburg’da, bir zamanlar Amerikalı dans sanatçısı Isadora Duncan’la kaldığı İngiltere Oteli’nin çatı katında kıydı canına, ardında kanıyla yazılmış şu dizeleri bırakarak: “Ölmek yeni bir şey değil hayatta / Ama yaşamak da yeni bir şey sayılmaz.” Yenilik peşinde değildi. Çıktığı Avrupa yolculuklarında ya da okyanusu geçip Yeni Dünya’ya ayak bastığında hep Rusya’yı, nedense mavi rengi yakıştırdığı ülkesini ve çocukluğunu anımsamış, bir türlü kopamadığı bozkırı ve rüzgârda salınan buğday başaklarını hayal etmişti. Koskocaman bir meyhane olarak gördüğü Moskova’nın sanatçı çevrelerinde el üstünde tutulur ya da itilip kakılırken aslında tek gerçek dostu şiir ve çocukluğu olmuştu. Sonunda, ölümünden, daha doğrusu intiharından önce dönmüştü çocukluğunun kırlarına, ona kucak açan köy yaşamına kavuşmuş, yine de baba ocağında “Yeşil bir akşam, altında pencerenin / Koluyla mintanımın kendimi asacağım” demekten kendini alamamıştı. Ve öyle olmuş, sonunda ölüm dürtüsü yaşama arzusuna baskın çıkmıştı. Puşkin’e ithaf ettiği dizelerde dile getirdiği yalnızlığını sürüklerken de az dolaşmamıştı buralarda:
Tversk Bulvarı’ndaki anıtının / Önünde duruyor ve konuşuyorum kendimle: / Artık söylenceleşmiş öykülerde / Beyaz denecek kadar sarışın bir duman gibi tüten! / Ah Aleksandr, ben serserinin tekiyim / Ve çapkının tekiydin sen.
Yesenin de çapkının tekiydi, üç kez evlenmiş, yalnızca kadınları değil delikanlıları da baştan çıkarmıştı yaşamı boyunca. Şimdi düşünüyorum da “bir dost”a kanıyla yazdığı son şiirindeki umutsuzluğun kaynağını, bu gerçeğin ışığında daha iyi anlıyorum. Şairin iki yıl boyunca bir başka şairle (Nikolay Kliuyev) aşk yaşadığını, intiharından önceki geceyi genç Yahudi şair Saint-Isaac’la geçirdiğini keşfetmem için epey kitap karıştırmak zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim. Yesenin’in yaşamındaki giz perdesinin üzerini örtmek için her türlü yönteme başvurmuş resmi edebiyat tarihçileri. Oysa Yesenin’in eşcinsel eğilimleri onun kişisel dramının bir parçası değil yalnızca, yapıtını anlamamız, yeni ve çağdaş bir bakışla değerlendirmemiz için de bir anahtar. Tversk Bulvarı’nda dolaşır, Puşkin’in heykeline “Sevimli uçarılıkların / Görkemine gölge düşürmedi” diye seslenirken günün birinde kendi heykelinin de bu bulvarı süsleyeceğini tahmin etmiş miydi acaba? Yesenin’in bu heykeli, şairlerini bir biçimde öldürdükten sonra anılarına anıt diken Rusya’nın yakışıklı ve melânkolik evlâtlarından birini daha “belirsizliğe” kurban edişinin en belirgin kanıtı gibi. Hayata 30 yaşında ve kendi kararıyla veda eden Riazan’lı delikanlı, ayağında köylü çizmeleriyle bronzun içinde ayakta duruyor. Boşluğa yönelen bakışlarında derin bir mutsuzluğun, şefkat ve sevgi arayışının izlerini görmemek olanaksız. Rus toprağıyla arasındaki kopmaz bağın tarımdaki makineleşmeyle sarsıldığı, devrimin gidişatından endişe duymaya başladığı bir döneme rastlayan intiharını bir de bu açıdan sorgulamamız gerekir. Tıpkı Mayakovski gibi.

Haberin Devamı

HAZ VE COŞKUNUN PEŞİNDEN KOŞUYORDU

Tanya’yı beklemekten yoruldum artık. Basamaklara oturup aşağıdan Puşkin’in heykeline bakıyorum. Her zamanki gibi zarif ve kederli. Sağ eli redingotunun içinde, bakışları düşünceli. Öleceğini biliyor sanki, Rus Edebiyatı’nın temellerini attığı için ölümsüzler arasına katılacağını da. Ölüme isyan niteleği taşıyan dizelerinde şöyle dile getirmişti bunu:
“Hayır, büsbütün ölmem ben – ruhum kutsal lirdedir / Yaşayacak bedenim ve kaçacak çürüme / Şu yeryüzünde kaldıkça tek şair / Duyulacak ünüm her yerde.”
Artık şiirlerinde, Rus halkının kalbinde yaşıyor ama heykel de canlı gibi. Alnını biraz açıkta bırakan kıvırcık saçları dağınık. Favorileri de öyle, uzun ve gür, gelişigüzel düşüyorlar çenesine kadar. Etli, kalın dudakları atalarından birinin Habeş kökenli olduğunu anımsatıyor. Gözlerinin rengi belli değil. Heykellerin gözleri tunç rengidir çünkü, kar yağdığında beyaz. Hava sıcak, haziran ayındayız. Bu nedenle belirgin bir rengi yok Puşkin’in gözlerinin, ama bakışları sanki mavi. Yesenin’in dizelerinden aşina olduğumuz, belki bir gizi, itiraf edilemeyen bir zaafı, belki gerçekten çocukluğun cennetini çağrıştıran uçuk maviye batıp çıkmışlar gibi. Şairin 1827’de Orest Kiprenskiy tarafından yapılan yağlıboya portresini Tretyakov Galerisi’nde gördüğüm için gözlerinin maviyle yeşil arası, açık renkte, (nasıl desem, yosun yeşili mi, nefti mi yoksa?) olduğunu biliyorum. Boynunda siyah, ipek bir fular taşır o resimde ve başucundaki çıplak heykel lir çalar. Tasalıdır hep, gülmez, gülümsemez. Uzun burnunu çeker, kalın dudaklarıyla somurtur. Uzun yoldan gelmiş gibi de yorgundur. Oysa neşeli, şen şakrak biriydi hayatta. Hazzın ve coşkunun peşindeydi, kendinden çok genç karısı Natalya’nın hoppalıkları nedeniyle kıskançlık içini kemirmeye başlamadan, hayatını zehirleyecek bir saplantıya dönüşmeden, onu St Petersburg’lu bir Othello gibi şüpheye sürüklemeden önce. Kadınları, içkiyi ve kumarı seviyordu. Dadısından mum ışığında dinledigi halk masallarıyla esin perisini de seviyordu elbet. Tehlikeli bir alanda dolaştığının, şehvetle dolu bedeninin her an Eros’un oklarıyla delik deşik olacağının bilincindeydi. Şu ateşli dizeleri yazacak kadar:
“Yok, canlı zevkler vermiyor bana / Tenin coşkunluğu, yalancıktan sıkmalar / Genç yosmanın hıçkırıkları, çığlıkları / Bir yılan gibi kollarımda kıvranırken / Ateşli okşayışlarıyla, titrek öpüşleriyle / Son sarsılış anına aceleyle koşar.”

Haberin Devamı

DOSTOYEVSKİ GECEYARISI PUŞKİN ANITI’NA KOŞMUŞTU

Yalnızca Moskova’da değil Rusya’nın hemen her kentinde, hatta küçük kasabalarda bile yazar heykelleri görebilirsiniz. Ne var ki adını taşıyan alandaki Puşkin heykelinin bir özelliği var. 6 Haziran 1880’de törenle açılan bu heykel Rusya’da bir şairin anısına dikilen ilk anıt.
“Ben insanüstü bir anıt diktim kendime / Halkın yolu geçemeyecek üstünden / Boyun egmez basıyla daha da yükseklere çıkacak / Aleksandr kulesinden” diye yazmıştı Puşkin. Kendine diktiği gerçek anıt bugün hâlâ tazeligini koruyan, öneminden hiçbir şey yitirmemiş kitapları elbette. Ne yazık ki onları asıllarından okuma olanağından yoksunum. Ama ilk şiirlerini Fransızca yazan şairin Rusça’nın tadına vardığını, bu dilin olanaklarını yaratıcı dehasıyla geliştirdiğini, bu nedenle de Rus Edebiyatı’nın kurucusu sıfatını tartışmasız biçimde hak ettiğini biliyorum. Rus Yazarlarını Sevenler Derneği, Puşkin Anıtı’nın açılış törenine dönemin ünlü yazarlarını da davet etmişti. Şairi şahsen tanıyan Turgenyev ile Karamazov Kardeşler’in yayımlanmasından sonra ününün doruğuna erişen Dostoyevski de davetliler arasındaydı. Biri “Batıcı” öteki “Slavcı” bu iki yazarın yaptığı konuşmalar çok etkileyiciydi, ama özellikle Dostoyevski’nin Puşkin üzerine söyledikleri izleyenleri coşturmuştu. Yazar ilk kez kalabalık bir kitlenin doğrudan ilgisine mazhar oluyordu. Henri Troyat, Dostoyevski biyografisinde bu coşkulu gecenin ardından yazarın Puşkin’in heykelinin dibine bir çelenk koyuşunu şöyle anlatıyor: “Başı ağır, gözleri ağrılı, gücünü tüketmiş bir durumda gidiyor odasına. Yatağına uzanıyor, uyumaya çalışıyor. Ama, mutluluğunun neredeyse fiziksel duyumu uyumasına engel oluyor. Kalkıp giyiniyor, gündüz kendisine verilen defne dalından tacı alıyor, Puşkin anıtına doğru yollanıyor.
Gece sıcak ve mavidir. Hiç esinti yok. Sokaklar ıssız. Spaskaya Alanı’na varınca arabadan iniyor ve anıta doğru ilerliyor. Heykel, granit kaidesi üzerinde, göğe doğru kapkara dikilmektedir. Fedor Mihailoviç bu tunç yüzü, yere bakan bu ölü gözleri seyrediyor. Sonra tacı güçlükle kaldırıyor ve heykelin ayak ucuna koyuyor.
Bir an, üstadın yanında düşünmeye dalıyor. Ta çocukken şairin ölüm haberi geldiğinden bu yana aldığı yolu kafasında ölçüp biçiyor. İşte şu dakikada Puşkin’in anıtı önündedir, ama çok yaşlıdır, çok yorgundur, o da yaşamının sonuna yaklaşmıştır.”
Bu olaydan bir yıl sonra Dostoyevski de öldü, ölümsüzler arasına karışarak. Bense Puşkin Alanı’nda Tanya’yı boşuna bekledim. O da, Nâzım Hikmet’in müjdesini verdiği güzel günler gibi gelmedi...
Puşkin Alanı’nda gün akşam oldu...

Haberin Devamı

PUŞKİN EVİ
Felaket evlilikle geldi

Puşkin yalnızca tenin çağrısına değil, dünya nimetlerine de değil, aklın ve duygunun uyumuna da kaptırmıştı kendini. Nice acılar, ayrılıklar yaşamış, sürgünlerden dönmüştü. Ve uzun süren bir Kafkasya yolculuğundan. Hayatına bir çeki düzen vermek için evlenmeye karar verdiğinde yaratıcılığının doruğundaydı. 1830’un aralık ayında şöyle yazıyordu dostu Aleksiyev’e: “Çalı gibi favoriler bıraktım. Saçlarımı kısacık kestirdim. Uslandım, yumuşadım, ama bütün bunlar bir şey degil: Nişanlandım dostum nişanlandım, yakında evleneceğim.”
Natalya Nikolayeva Gonçarova, 18’ine bile basmamıştı, dünyalar güzeliydi. Puşkin 32 yaşındaydı ama çok yaşamış gibi bir sanıya kapılmıştı. Elden ele gizlice dolaşan şiirler yazmış, mutlakiyet rejimine başkaldırmış, Çingeneler, Yegeni Onyegin gibi başyapıtlarını ardında bırakmıştı. Kaf Dağı’nı aşarak Erzurum’a bile gitmişti. Bu dopdolu geçen hayattan, sabahlara dek süren sefahat alemlerinden sonra sığındığı kuytu liman, kitapları ve esin perisiydi. Artık son vermek istiyordu bu savruk hayata, evlenecekti.

FALCI SÖYLEMİŞTİ

Yine de bekârlığa veda kolay olmadı. Nikâhtan önce, Çingeneler’de Aleko’nun tutku yüzünden öldürdüğü Zemphira’nın bir benzeri olan Tonia’nın yanına gidip kendisini mutlu edecek bir türkü söylemesini istedi. Çingene kadının kitarası eşliğinde söylediği türkü yürek parçalayıcıydı. Şaire büyük bir felâket haberi alacakmış gibi geldi, bunun üzerine fal açtırdı. Beyaz bir adamın elinden olacaktı ölümü. Ve 18 Şubat 1831’de Moskova’da Büyük Miraç Kilisesi’nde önce dünya evine girdi, sonra da o çivit mavisi, iki katlı eve. Arbat Sokağı’nın bitimindeki (Dışişleri Piramidi’nin bulunduğu yerden girerseniz, başlangıcındaki) bu eski Moskova evini ben de ziyaret ettim. Tam karşısındaki küçük heykelde, genç eşiyle mutlu görünüyordu şair. Hatta, kendisinden daha uzun boylu karısının yanında dimdik durmaya çabalarken ağzı kulaklarına varıyordu. Etekleri uçuşan, kızın elinden tutmuş onu sanki dosdoğru yatak odasına götürür gibiydi. Çok değil birkaç yıl sonra güzelliğiyle dillere destan Natalya’nın, yalnızca St Petersburg sosyetesinin, baloların değil Çar Birinci Nikolay’ın da gözdesi olacak bu çocuksu, sorumsuz, aptal genç kadının onu ölüme götüreceğinden habersizdi. Çiftin, paradan başka şey düşünmeyen kaynanaya rağmen, St Petersburg’a taşınmadan önce mutlu yaşadıkları bu evi Puşkin biyografisinde şöyle betimliyor Henri Troyat: “Genç evliler Kitrovo’nun evinin ikinci katını kiralamıştı. Salon kabartma çiçekli, leylâk kadife taklidi pek güzel duvar kâgıtlarıyla kaplanmıştı. Kapılar gotik üslûpta işlenmişti. Pütürmeçli tuğladan sobalar tavana kadar yükseliyordu. Mobilyalar gösterişliydi, ama ev içinde tertipten, temizlikten eser yoktu.”

ELYAZMALARI, MASASI VE MELON ŞAPKASI

Nikâhtan 10 gün sonra Puşkin’in davetini de posta müdürü Bulgakov şu sözlerle anlatıyor: “Dün Puşkin, göz kamaştırıcı bir balo verdi. Karı koca, konuklarını çok güzel ağırladı. Kadın pek cici. Kumrular gibiler. Tanrı onları hep böyle mutlu etsin. Sofra pek zengindi: Herkes o güne dek hanlarda, otellerde yaşayan Puşkin’in birden bire böyle yüksek bir ev düzeni kurmasına pek şaşırdı.”
Bu arada dedikodular, kıskançlıklar da eksik olmuyordu tabii. Daha evliliklerinin ilk gününden itibaren yalnızca kaynana değil Natalya’nın yakın çevresi de Puşkin’i alaya almaktan çekinmiyordu. İşte Kaskina adında bir kızın yazdıkları: “Evleneli beri ağır, aklı başında, karısına tapan, bambaşka bir adam oldu... Onu güzel karısının yanında gördüğüm zaman elimde olmadan adını söylemesem de bileceğinizden şüphe etmediğim şu pek zeki, pek akıllı küçük hayvanı anımsıyorum.”
Ev Puşkin’in ölümünden çok sonra onarılıp müzeye dönüştürülmüş. Siyah melon şapkası hariç şairin özel eşyalarından pek azı sergileniyor. Buna karşılık yazı masası, elyazmaları, kitaplarının ilk baskılarıyla mektuplarını görmek mümkün. Tabii duvarları süsleyen karakalem ya da yağlı boya portresini de. Aile büyüklerinin portreleri arasında melezliği ilk bakışta göze çarpıyor. Esmer güzeli bir genç adamın ateşi var bakışlarında. Bu ateş, şair kıskançlık krizlerine kapıldığında, melankoliye dönüşecek sonradan. Özyıkım eğilimini tetikleyecek. Ve, kontes Ficquelmont’un kehaneti gerçekleşecek:
“Puşkin eskisinden de sevimli. Zekâsında kendisine pek yakışan bir ağırlık var. Karısı gözkamaştırıcı ama dalgın, gönülsüz hali bir felâketi haber veriyor gibi...”

SON BEŞ GÜN

Puşkin tuhaf bir önsezi ya da kâhince bir bilgelikle Evgeniy Onyegin adlı romanında kahramanına romantik genç şair Lenski’yi öldürtmüştü. “O öldü! Nerede heyecanları / o değerli gençlik atılışları” diye yakınarak. Kendisi de karısına aşık, Rusya hizmetindeki soylu bir Fransız subayı olan Georges d’Anthès tarafından düelloda öldürüldü. Hemen ölmedi ama. Beş gün boyunca can çekişti.

MAYAKOVSKİ MÜZESİ
Sanki ekmek almaya çıkmış, birazdan evine dönecek

Yesenin’in intihar haberinin yayımlandığı gazeteyi gördüm Mayakovski Müzesi’nde. 27 Aralık 1925’te Raboçaya’nın yedinci sayfasında tek sütunluk küçük bir haber. Solmuş bir vesikalığın altında yalnızca şu satırlar: “Şair Leningrad’da Anglea Oteli’nde kendini astı. Üzerinde oğlunun yırtılmış bir fotoğrafı ve kanıyla yazdığı son şiiri bulundu.”
Ne tuhaf, Yesenin’in intiharını “Bu dünyada / ölmek güç bir şey değil/ bir yaşam kurmaktır / asıl güç olan” dizeleriyle kınayan Mayakovski de intihar etti 40’ına varmadan. “Aşkın kayığı hayatın kayalıklarına çarptı” diye yazdıktan sonra kalbine bir kurşun sıkarak. Ertesi gün 17 Nisan 1930 tarihli Literaturnaya Gazeta şairin intihar haberini büyük bir fotoğrafıyla birlikte tam sayfa vermişti. Gazetenin bu sayısı da, nice başka belgeyle birlikte sergileniyordu müzede ama tüm bilgiler Rusçaydı. Neyse ki çevirmenim Marina vardı yanımda. Mayakovski’nin Amerika’da tanıştığı çevirmeni Yelizaveta’ya sırılsıklam aşık olduğunu, birlikte yaşamak üzere Fransa’da buluşmaya karar verdiklerini ama yönetimin, sevgilisi Lili Brik’in de karşı koymasıyla bunu engellediğini ve şairin özel yaşamı hakkında daha pek çok şeyi de ondan öğrendim. Örneğin Yelizaveta’dan bir kızı olduğunu, intiharı öncesinde, devrimin kendi çocuklarını yiyeceği vehmine kapıldığını...

O OLAY, BİR BAHAR GÜNÜ BURADA YAŞANDI

Dört katlı müzenin Mayakovski’ye yakışır fütürist ortamında dolaşırken şairin intihar ettiği odaya da düştü yolum. Köşede yatak, pencerenin önünde çalışma masası aynen duruyordu. Yeşil karpuzlu lâmba Lenin’in siyah-beyaz bir portresini aydınlatıyor, az sonra kötü haberi verecekmiş gibi eski telefon kapkara, çalmaya hazır bekliyordu. Şairi camekânlı bir bölmeye özenle asılmış nefti paltosu ve Moskova’nın sert kışına inat kazıttığı başında biraz aykırı duran fötr şapkasıyla hayal ettim. Elyazmaları, Brik’e neredeyse her gün yazdığı mektuplar, darmadağın fotoğraflar ve kendi elleriyle çizip boyadığı, sonra da bastığı afişlerin arasında hâlâ yaşıyor gibiydi. Bir paket sigara almak için çıkmıştı dışarıya. Ya da gazete. Belki bir somun ekmek. Rus toprağının o kara ve katı ekmeği. Koltuk altına sıkıştırdığı gazeteyle dönüp gelecekti az sonra. Bıraktığı yerden devam edecekti şiirine. Ya da oyununa...

OYSA SÖZ VERMİŞTİ

Hayat da bir oyun değil miydi zaten? Evet, öyleydi ama oyuncular değişiyordu sürekli. Bugün baş rolde oynayan bir de bakmışsın ertesi gün figüran olmuş. Ya da düpedüz kovulmuş sahneden. Devrimin oyuncularıyla pek iyi değildi arası, aşksa, hayatın aksine, tehlikelerle doluydu. Hele kayık su almaya başlamışsa, ilişkiler yumağı karışmışsa büsbütün ve sevilen kadın başkalarıyla da yatıp kalkıyorsa. Lili’ye seslendiğini duyar gibiydim:
“Atmayacagım / bir boşluğa kendimi / zehir içmeyeceğim. / ve dayayıp / şakağıma namluyu / çekmeyeceğim tetiği.”
Sözünde durmadı ne yazık ki, 1930 Nisanı’nda burada, rastlantı bu ya KGB’nin iç karartan merkez binasının bulunduğu Lubianka Alanı’nın hemen yanındaki evinde kıydı canına. Sonunda o da çekti tetiği, bir başka şaire, Bolşeviklerin kurşuna dizdikleri Gumilov’a değil ama, kendine. Aleksandr Blok içsavaş sırasında Petrograd’da açlıktan öldü. Ve Vladivostok’dan bir daha geri dönmedi Osip Mandelstam.

NAZIM ANITTA YÜRÜYOR İSTEKLE VE ÜMİTLE

Dostoyevski, Moskova’daki Puşkin Anıtı’na çelenk koymuştu. Ben ise Nâzım’ın mezarına gittim çelenkle. Şair “rüyalarının beyaz sehri” Moskova’da bugünkü gibi bir haziran günü ölmüş, sürgünde toprağa verilmişti. “Alıp götürün / Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni” diye vasiyet etmesi boşunaydı. Siyah kaya parçasından yontulmuş, ona yakışan bir mezar taşı vardı. Öne doğru hamle yapar gibiydi. Karanlıktan sıyrılmış aydınlığa doğru yürüyordu sanki. Ne var ki böyle istekli ve ümitli, çok uzun süre daha yürümesi gerekecekti. Belki de amacına varmadan, bir menzile ulaşmadan. Amacı, özlemiyle yanıp tutuştuğu tek ülkü komünizmdi evet, öte yandan İstanbul’a varabilseydi bununla da yetinecekti. “Şehrime ulaşmadan bitirirken yolumu / bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende” diye seslenmişti son aşkı Vera Tulyakova’ya.
Moskova’ya ilk gelişimde Vera, Nâzım’la yaşadıkları evde beni ağırlamış, Macar konyağı eşliğinde ve “bizim” Vera’nın (türkolog Vera Feonova) çevirmenliğinde anılar denizine dalmıştık. Eskidendi, çok eskiden. Deve tellâl pire berber iken. Vera da, “gelin” Vera, Nâzım’ın mezarına gömülmüş. Şairi aşktan (belki de hasretten) öldüren, ona “gelsene/ kalsana / gülsene / ölsene” diyen “saçları saman sarısı kirpikleri mavi” genç kadın, onun toprağına karışmış...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!