‘Hükümeti devirmeye çalışan!’ 45 kiloluk kadının öyküsü

ODA TV davasında 15 buçuk ay Silivri Cezaevin'de yatan Müyesser Yıldız hakkında ilk tespit: Hiperaktif. Hızlı düşünüyor, hızlı konuşuyor, hızlı karar veriyor, hareketleri hızlı.

Haberin Devamı

İkinci tespit: Küçücük bir kadın. Konuştukça, dinledikçe, cesaretine tanık oldukça büyüyor. Müthiş dirençli. Küçük dev kadınlardan. Kendini çok iyi ifade ediyor, Türkçe’yi çok iyi kullanıyor.
Simit, çay ve sigara seviyor. Aylarca beton içinde kaldığı için, bu aralar çimlere basamıyor. Kedi talebi basında çok yer almıştı ama tek sevdiği hayvan kedi değil, ormanda beslediği tilkileri var, yolda yaralı bulduğu tavşanları var, gerçek bir hayvan delisi...
Üçüncü tespit: Telefonu susmuyor, arayanlar genellikle dik duruşunu tebrik ediyor. Eşi emniyet müdürü, “30 yıldır eşim benimle birlikte gazeteci olduysa, ben de aynı sürede onunla birlikte emniyet mensubu oldum” diyor. Benim anladığım, memleket meseleleri haricinde üç ‘kutsal’ı var: Alzheimer’lı annesi, hiç aksatmadan onu ziyarete gelen eşi Naci ve ODTÜ’de okuyan oğlu İlim...
Röportajın devamı salıya...

Ayşe ARMAN

Haberin Devamı

Filmi başa saralım.
- Saralım...

‘Hükümeti devirmeye çalışan’ 45 kiloluk kadının öyküsü

Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu

Polisler o sabah sizi almaya geldiler...
- Evet. Her zamanki gibi ormana tilkilere yemek götürmeye gitmiştim. Evimizin arkasındaki Oran Ormanı’nda tilkiler var. Ben de iş edindim, her sabah 05.30’da yürüyüşe çıkarken, onlara yemek götürüyordum.

Korkmuyor musunuz?
- Yok canım! Tilkiden ne korkacağım, insandan kork! Başlarını okşuyorum, o kadar yakınız. Dişi olanı anne oldu, onun ağzına torba içinde et bağlıyordum ki, yavrularına götürsün. Öteki türlü yiyecek bulmak için, vadiyi birkaç kez inip çıkmak zorunda kalıyordu.

O sabah yine yemeklerini verdiniz...
- Evet ve eve döndüm. Saat 08.00 oldu. Oğlumu uyandırdım, duşunu aldı, ODTÜ’de okuyor, bilgisayar mühendisliğinde. Eşim de uyanmış gazeteleri okuyordu, kahvaltı hazırlarken kapı çaldı. Açar açmaz gelenlerin polis olduğunu anladım. 30 yıldır bir emniyet mensubuyla birlikte yaşayınca anlıyor insan.

Girdiler içeri. Paniğe kapıldınız mı? Yoksa sakin miydiniz?
- Sakindim ama şaşkındım.

O ANDA KENDİNİZDEN ÇOK SEVDİKLERİNİZİ DÜŞÜNÜYORSUNUZ

Haberin Devamı

İlk aklınızdan geçenler?
- Oğlum İlim ne reaksiyon verecek? Ya okula gidemezse? Ya arkadaşları tavır alırsa? Bir de annem Alzheimer, her gün onu ziyarete gidiyordum. Başkası yediremiyordu, altını değiştirirken de problem çıkıyordu. Bunları düşündüm. Anneme ne olacak diye. Aynı anda Naci de geçiyor tabii aklımdan. Onun çevresi ne diyecek? Neticede eşim bir emniyet müdürü.../images/100/0x0/55eb5738f018fbb8f8baff32

 “Ya emniyet müdürü kocamı utandırırsam?” diye düşünmediniz mi peki?
- Düşünmez miyim? Naci beni ruhu gibi bilir, müthiş de destektir, birbirine çok bağlı bir karı kocayız, benden şüphesi olmaz ama yine de yaşayacağı izolasyonu, yalnızlığı düşündüm. Zaten öyle bir anda kendinizden çok, sevdiklerinizi düşünüyorsunuz... Bir de, diğer Ergenekon operasyonlarını takip ettiğim için süreci biliyordum: Bilgisayarımı ve beni alıp götürecekler. Aynen öyle oldu.

Haberin Devamı

Sonra?
- Önce Ankara, sabaha karşı İstanbul Emniyet. Gözaltında normalde sigara verilir, vermediler. O zaman sinirlendim ve dört gün boyunca yemek yemedim. İfade vermeyi de reddettim. Derken savcılığa sevk. Benim de Zekeriya Öz’e açtığım dava vardı. Dava açtığım adam, beni gözaltına aldırıp tutuklattı. Sorgumu da o yaptı. Ona ifade verdim.

İfade sürecinde neler oldu?
- “Herhalde bana ifade vermek istemezsiniz!” dedi. “Yoo niye vermeyeyim ki” dedim, “Benim için sakıncası yok.” Zaten polislerin hazırladığı sorulardı. Tuhaf olan bu: Polis savcı olmuş, savcı hakim olmuş, hakimin ne iş yaptığını çözemedim! Bunu da mahkemede söyledim zaten...

Sizin iddia ettiğiniz gibi, birileri bilgisayarınıza bir şeyler yüklemişse, bu yüzden ‘terörist’ olmaklasuçlanıyorsanız ve içeri atılıyorsanız... Delirmez mi insan! Sakin kalmayı nasıl becerdiniz?
- Delirmiyorsunuz. Kendinizden eminsiniz. Biliyorsunuz ki suçunuz yok. Ama şunu da biliyorsunuz: Karşınızdaki güçlü. Elinde iktidar gücü var. Karar vermiş, kafaya koymuş, sizi ezmeye çalışıyor, ezecek, sonuna kadar gidecek. Ama tabii sükûnetimi bozduğum zamanlar oluyordu. Mesela sabıka için fotoğraf çekmek istediklerinde, onlar beni çıldırtıyor mu, ben de onları çıldırtmak istedim, “Doğru düzgün poz veremeyeceğim” dedim, dilimi çıkardım, yüz hareketleri yaptım.

Haberin Devamı

KADINLAR CEZAEVİNE ÇABUK UYUM SAĞLIYOR

Peki sormadınız mı, “Beni hangi terör örgütüne üye olmakla suçluyorsunuz” diye?
- Söylüyorlar zaten, “Ergenekon terör örgütünün medya yapılanması” diyorlar. Fiziki işkence yapmıyorlar ama manevi olarak eziyet ediyorlar. Mesela tam başınızı koyuyorsunuz uyumak için, o anı bekliyorlar, hemen, “Hadi kalk” diyorlar, “Sorguya, fotoğrafa...” Sersem vaziyette olmanızı bekliyorlar. İfademi sabaha karşı aldılar. O saatte yapamazsın, mahkeme kuramazsın, herkes bitmiş vaziyette ama yapıyorlar. Sabaha karşı bitti, bu sefer de hastaneye götürdüler. Sonra da Bakırköy Kadın Cezaevi’ne. Ama sadece beş-altı saat kaldım Bakırköy’de, apar topar beni Silivri’ye sevk ettiler.

Haberin Devamı

 İnsanın yüreğine nasıl bir duygu gelip oturuyor?
- Derin bir yalnızlık ve “Acaba ailem
nerede olduğumu, nereye götürüldüğümü biliyor mu?”

Bu olaylar içinde sizi en çok sarsan neydi?
- Silivri’ye sevk edilirken kelepçelediler. O çok koydu bana. Bir de araç o kadar dur kalk yaptı ki, kusma hissi geldi. Askere, “Bir poşet verebilir misiniz?” dedim, “Komutanıma sormam lazım” dedi. “Tamam kalsın” dedim. Sonrası cezaevi...

Bir erkekle bir kadının cezaevine düşmesi arasında ne fark var?
- Kadınlar ortama daha çabuk uyum sağlıyor. Ve daha dirençliler.

Cezaevine düşenlerin, neyi bilmesi gerekiyor?
- Dışarıdaki hayatla bir yerde ilişkini kesmen lazım. O hayat durdu, onu bırak, uğraşma, didikleme. Şimdi öbürü başladı. Gerçek hayatını içeri taşırsan, yandın. Bir gün geri döneceksin ama o zamana kadar buradasın. Kendine acımayı bırak, “Öyleydi böyle oldu” demeyi de, mümkün olduğu kadar hızlı bu yeni hayatına adapte ol. Ve kendine orada bir dünya kur!

Ağırmış...
- Ama başka çaresi de yok./images/100/0x0/55eb5738f018fbb8f8baff34

Üstelik siz 21 kişilik koğuşta yapayalnızmışsınız...
- Doğru. Sabah ve akşam yoklamalarında koruma infaz memurlarını görüyordum, “Günaydın... İyi akşamlar... Yemek yiyecek misiniz?” Onun dışında kimseyle konuşmuyordum. Çarşamba günleri ailem ziyarete geliyordu, o kadar.

Olup biteni nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden cezaevine girdiniz? Sadece muhalefet yaptığınız ve muhalefetiniz etkili olduğu için mi?
- Yok canım, muhalefetimin çok etkili olduğunu düşünmedim. Zaten kıyıda köşede yazıyordum. Flaş bir gazeteci hiç olmadım. Kendi çapında, küçük, bağımsız bir gazeteciydim. Ama demek ki o bile rahatsız etmeye başladı! 

“Vay be! Ben neymişim, ne kadar ciddiye almışlar beni!” diye düşündünüz mü?
- Ne yalan söyleyeyim, düşündüm. Hatta, TBMM Cezaevleri Alt Komisyonu geldi, komisyon başkanı da AKP’li, “Bakın” dedim, “Hükümeti devirmeye çalıştığını düşündüğünüz kadın işte bu! 45 kiloluk küçücük bir şey. Eğer gerçekten benden korkar hale geldiyseniz yandınız, durumunuz vahim!”

“Hükümeti düşürmeye çalışan kadın işte bu! Küçücük bir şey. Eğer gerçekten benden korkar hale geldiyseniz, yandınız, durumunuz vahim!”


CEZAEVİNDE YAŞAMI SÜRDÜRME KILAVUZU

21 kişilik bir koğuşta yalnız olmak bana ürkütücü geliyor...
- Ben korku bilmem pek... Ama yalnızlık feci. Kendinizi ve ruh sağlığınızı korumanız gerekiyor.

Nasıl?
- Ziya Gökalp okudum. Malta’da cezaevinden, eşine, kızına yazdığı mektupları. Çok dirençli biri olmasına rağmen, “Ruh sağlığı kitapları okumam gerekecek” diyordu. Ki ben Malta’ya gittim, kaldığı yeri de gördüm. Yeni kitap çalışmam o dönemle, bu dönemin yargılamaları, birebir benziyor bazı şeyler. Gökalp’in satırlarını okuyunca, içinde bulunduğum sürece, hemen uyum sağlamam gerektiğini anladım. Evet, normal hayata bir gün döneceksiniz
ama ne zaman belli değil, şimdi buradasınız. O yüzden ‘kararmamaya’ çalıştım...

Ne yaptınız peki?
- Okudum, okudum, okudum, yazdım, yazdım, yazdım...

Kapıları yumruklamıyor muydunuz?
- Asla. Öfkemi yazılarıma yansıtıyordum. Bir de hep meşguldüm. Önce koğuşun temizliği, sonra okumalarım, içeride 170 kitap
bitirdim ve sürekli yazıyordum. Akşam, yastığa kafamı koyar koymaz yorgunluktan bayılıyordum. Kendimle baş başa kalmamaya çok özen gösterdim. Bir de yürüyordum.

Yürüyecek kadar yer var mıydı?
- 32 adımlık koğuş içinde döne döne yürüyordum. Hava iyiyse havalandırmada, o da 42 adım. Günde üç parti. Bir buçuk saat. Yürürken de okuyordum.

Hiç isyan etmemiş olmanız beni şaşırttı.
- İsyanımı yansıtmamaya çalıştım. Çünkü kamera var, 24 saat izliyorlar. Kimseyi sevindirmek istemedim.

Cezaevi personeli nasıl davrandı?
- Son derece anlayışlılardı. Bazı meslektaşlarımız daha iddianame çıkmadan, bizi ‘terörist’ ve ‘Ergenekoncu’ ilan etti. Ama oradaki insanlar, ‘terörist’ olamayacağımızı anladı. Kendi meslektaşlarımız bizi linç ederken, onlardan olumsuz bir yaklaşım görmedik.

Günlerin karıştığı oluyor muydu?
- Yok, hayatımı çarşambalara endekslemiştim. Ailem gelecek, oğlumu göreceğim, 45 dakika olsa da. Ayda bir de açık görüş vardı.

YARIM SAATLİĞİNE BANA BİR MAKAS VERİN

Hiç mi tepenizin attığı bir an olmadı?
- Nedim Şener’le Ahmet Şık tahliye olduğunda, bizim duruşmanın 99 gün sonraya ertelendiğini öğrenince çıldırdım. Biraz olsun bir mantık ya! Diğer davalarda, arada iki hafta, üç hafta oluyordu, niye 99 gün? Bu bayağı, “Eylül’e kadar keyfi olarak sizi burada tutuyorum” demek! Ben de hırsımı saçlarımdan aldım. Saçlarım belime kadar uzamıştı, dedim ki, “Yarım saatliğine bir makas” verin. Aldım ve saçlarımı kestim.

Nasıl verdiler makası? “Ya kendine bir şey yaparsa” diye düşünmediler mi?
- O güven vardı aramızda. Yapmak istedikten sonra başka yöntemlerle de yaparsınız.

Ya konuşma? Konuşma ihtiyacı duymuyor mu insan?
- Duyuyor...

Peki kendi kendine konuşmaya başlamıyor mu?
- Hanefi Avcı yalnız olduğumu öğrenince, “Hiç olmazsa kendi kendine konuş” diye bana mektup yazdı. Tabii o tecrübeli bir polis. Önce, “Bu adam deli olduğumu zannediyor” dedim ama sonra mahkemeye çıkınca anladım: Uzun süre konuşmayınca, tekrar konuşmaya başladığınızda tekliyorsunuz, kendinizi eskisi kadar iyi ifade edemiyorsunuz, kelimeler, kavramlar gelmiyor aklınıza. Ama yine de yapmadım. Kedi istemem bu yüzdendi. Çok bunalmıştım, çok yalnızdım. Hiç olmazsa kediyle konuşurum diye.

Peki ya televizyon?
- Vardı. İzin verdikleri 20 kanalı izleyebiliyordum. Sabahları Ayşenur Arslan’ın  ‘Medya Mahallesi’ni mesela. Hakikaten de onun desteğini, sahiplenmesini hiç unutamam. Kedi olayında, “Bak ağlamaya başlama” dediği an hem ağladım hem güldüm. Ekrandan bana işaret yaptı. 

İnsan içerideyken unutulduğunu mu düşünüyor?
- Hem de nasıl. Zaten şimdi, haldır haldır piyasada dolaşmamın sebebi de bu, unutturmamak. Yoksa utangaç bir insanım, toplum önüne çıkarken yüzüm kızarır. Ama içerideki arkadaşlarım haberleri okurken, kendi adlarını görmeyince, kendilerinden hiç bahsedilmeyince, “Eyvah! Unutulduk” paniğine kapılıyor. O yüzden bu meseleyi gündemde tutmak gerekiyor. Bu arada, “arkadaşlarım” diyorum ama o hepsiyle duruşmalar başladıktan sonra tanıştım. Sadece Barış Pehlivan’ı tanıyordum, o da yazıları ona gönderdiğim için. Hanefi Avcı’yla da röportaj yapmıştım. Soner Yalçın ve diğerleriyle güya aynı örgüte üyeymişiz; tanışmıyorduk bile. Soner Bey, babamın ölümünde aradı bir kere, o kadar. Ama tahliyemi çok istiyorlardı. İlk andan itibaren, “Müyesser’in alınmasında bir yanlışlık olmalı” dediler. Biraz da galiba, başını yaktık kızın gibi hissediyorlardı.

Suçluluk duygusu var mı? Onlar içeride, siz dışarıda...
- Evet, onları orada bıraktığım için suçluluk duyuyorum. Hakim bana sorsaydı, “Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ı tahliye edeceğiz ama sen altı ay daha yatacaksın” tereddütsüz kabul ederdim. Onlar gencecik, oğlum yaşındalar ve yeni evliler. Hayata yeni başlıyorlar, kimsenin onları küstürmeye hakları yok, pırıl pırıl gençler...

Kimi hiç affetmeyeceksiniz?
- Devlet içinde yuvalanmış, bize bu tuzağı kuran, iftirayı atan örgütü. Bir avuç insan onlar. Bilgisayarımıza o virüsü göndereni affedebilmem mümkün değil...

Annem, “Aaa siz kardeşsiniz, evlenemezsiniz!” diyebilmek için köydeki bütün çocukları emzirdi

Hikâyeniz nerede, nasıl başlıyor?
- 1963’de Adıyaman’ın Tutlupınar köyünde... /images/100/0x0/55eb5738f018fbb8f8baff36

Nasıl bir aile?
- Annem Türk, babam Kürt. İlkokula kadar Türkçe bilmiyordum, yalnızca Kürtçe konuşabiliyordum.

Bir de şimdi sizi Beyaz Türk olmakla suçluyorlar!
- Ya işte sorma! Müthiş bir sefillik, yokluk. Annemi, hâlâ oğluyla evlendiriyorlar. Beş kız bir erkek doğuruyor. Ben sondan ikinciyim. Bizim köyde, kızlar 13 yaşında evlendiriliyor. Ablam da aynı kaderi yaşıyor. Annem çok üzülüyor, geri kalan dört kızı bunu yaşamasın diye, köydeki bütün hala çocuklarını, amca çocuklarını emziriyor. İleride, “Aaa olur mu? Siz kardeşsiniz! Evlenmemezsiniz” diyebilmek için...

Anneniz müthişmiş!
- Evet, yaşadığı yerin şartlarına göre bayağı ileri görüşlü. Annemin annesi Kürt, babası Türk kökenli bir eğitmen ve Atatürk hayranı. Annemin babasından etkilendiğini düşünüyorum. Tarlada çalışıyor ama içinde, ‘çocuklarımı okutacağım’ duygusu var. Hatta saplantı haline gelmiş. Ama annem sayesindedir ki, hepimiz o köyden çıkıp, üniversiteyi bitirdik.

Nasıl?
- Çok çok zor oldu. Ama oldu. Ufak bir bağımız vardı. Üzüm ve Antep fıstığı, onlar da bir sene olur, bir sene olmaz. İki de ineğimiz vardı, o kadar. Babamsa çobanlık yapıyor. Durumu düşün...

ANNEM BENİ AHIRDA AYAKTA DOĞURMUŞ

Baba Türkçe biliyor mu?
- Askerde öğreniyor. Hani beyaz Türküm ya, çok elitim ya, ben de ahırda doğuyorum! Çok hareketli bir insanım, yemeği bile ayakta yerim, arkadaşlarım bana, “Annen, seni ayakta mı doğurdu?” diye takılır. Bir gün merak edip anneme sordum, gerçekten de öyleymiş, ayakta doğurmuş. İki katlı evin altı ahır. Doğum sancısı başlayınca iniyor, samanlara varmadan ben doğuveriyorum. Bağ makasıyla da göbeğimi kesiyor. Ben ahırda doğdum, oğlum Dublin’in en güzel hastanesinde. Nereden nereye? Bu bir Türkiye profilidir!

Peki oradan nasıl çıkıyorsunuz ve nasıl yırtıyorsunuz!
- Rahmetli dayım Kore gazisi. Dönünce, devlet onu İzmit SEKA’ya yerleştiriyor. Biz de, ineklerimiz öldüğü için Besni’ye taşınmış durumdayız, okula çıplak ayakla giden çocuklarız. Dayım acıyor, bizi de yanına alıyor. Babam kanalizasyonlarda çalışıyor. Ben abimle simit satıyorum, pazarcılık yapıyorum. Öyle öyle hepimiz birbirimize destek olduk, okuduk.

Ablalar ne eğitimi aldılar?
- Babam dedi ki, “Gücüm az, sizi ancak öğretmenliğe kadar okutabilirim. Bir an önce öğretmen okuluna gidin, öğretmen olun, aşağıdan gelenleri okutun!” Öyle de yaptılar, çok gençtiler, biri Adana Pozantı’nın Yenikonacık köyüne, dağ başına gitti, öbürü Kars Tuzluca’nın bilmem ne köyüne. Canla başla çalıştılar, hâlâ çalışıyorlar. Ben de o arada liseyi bitirdim birincilikle, Siyasal’a bağlı Basın Yayın’ı kazandım, gazeteci olmak için Ankara’ya geldim. Benim küçüğüm Marmara İngilizce Tıp’ı kazandı, ben de ona destek oldum.

İlk hangi gazetede çalıştınız?/images/100/0x0/55eb5738f018fbb8f8baff38- Tercüman ama, “Muhabire ihtiyacımız yok, santral memuru olmak ister misin?” dediler. “Tamam” dedim. Yeter ki bir yerinden tutunayım. Sonra muhabir oldum. Uzun yıllar Tercüman’da çalıştım. Turgut Özal beni işten attırdı, Semra Özal’la ilgili bir haber yaptığım için. Ama mahkemede de söyledim, “O zamanlar en fazla işten atılıyorduk, cezaevine gönderilmiyorduk!” dedim. Altı ay iş aradım bulamadım, eşimin peşinden İrlanda’ya gittim.

Eşiniz ne iş yapıyordu?
- Büyükelçiliğe güvenlik ateşesi olarak girmişti. Oğlumuz İlim, orada doğdu. Bir buçuk yaşındayken döndük. Özal’a kızgındım ama cenazesinde gazeteci olarak görev yaptım. Sonra Günaydın ve Nokta dergisi var. ANKA Ajans var. En son Akşam’daydım. Bir ara basın müşavirliği de yaptım, 2009’de emekli oldum.

Oda TV ne zaman?
- O ara kitabım basıldı. Biz, bir grup arkadaş internet sitesi kurduk. Fakat ses getirmeye başlayınca, üçüncü ayda, tepemize çöktüler. Kapattırdılar. Tam o sırada Oda TV’den aradılar: “Bize yazmayı düşünür müsünüz?” Basına dönmeyi düşünmüyordum, kabul etmedim. Mavi Marmara baskını olunca dayanamadım, telefon ettim, “Yazacağım” dedim. İmralı pazarlıklarını yazdım. Başbakan “İspatlamayan şerefsizdir” dedi. O arada, Hanefi Avcı’nın kitabı patladı. Röportajları ağırlıklı olarak ben yaptım. Kendime, 12 Eylül referandumuna kadar süre koymuştum. Referandumdan sonra artık Türkiye’nin gideceği fazla bir yer kalmayacağını biliyordum, “Referandumdan ‘evet’ çıkarsa, hukuk katliamı yaşayacağız” dedim. Öyle de oldu. Üç-dört ay daha yazdım, sonra de içeri aldılar zaten...

YAŞANAN TÜRKİYE’Yİ DÖNÜŞTÜRME OPERASYONU

Bir gün başınıza böyle bir şeyin geleceğini tahmin eder miydiniz?
- Eğer bu iş, bana kadar indiyse mesele hakikaten bitmiş! Tamam siyasi bir şey, tamam Türkiye’yi dönüştürme operasyonu yapılıyor ama bana gelinceye kadar koca koca insanlar var... Diyordum. Bu kadar erken beklemiyordum...

Sizin başınıza ne geldi, olan biteni nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Biz zayıf bir halkaydık. Sahipsiz gazeteciler. Hele ben... İsmi olmayan biri. Dışarıda duranlara, gözdağı olur diye düşündüler. Bunlara da nasıl olsa kimse sahip çıkmaz. Kıyıda köşede muhalefet yapıyorlar. Hem sesleri kesilir, cezalandırmış oluruz hem de dışarıdakilere mesaj vermiş oluruz. Olan budur.

Yazarın Tüm Yazıları