‘Ruhban Okulu için nefesimizin sonuna geldik’

BİR pazar günü Heybeliada Ruhban Okulu’nun o huzur dolu ikliminde Patrik Bartholomeos’u dinliyoruz...

Haberin Devamı

Önce şu soru:
-Ruhban Okulu neden kapatıldı?
Ve;
-Neden açılmıyor?
İki diyalog geliyor Patrik Hazretleri’nden:
BİRİNCİ DİYALOG:
-1971 döneminde zamanın Milli Eğitim müsteşarı, Ruhban Okulu müdürü Metropolit Maksimos’u çağırdı. Birlikte gittik. Müsteşar dedi ki: “Bütün böyle okulları kapattık. Bir tek sizinkini mi kapatmayacağım.”/images/100/0x0/55eb33c8f018fbb8f8b1fda6
Maksimos gülerek cevap verdi:
“Ben, Milli Eğitim Bakanı’nın görevinin
okul kapatmak olduğunu bilmiyordum. Eğer öyleyse çok üzüldüm.”
Şimdi soruyorum:
-Bir devlet kendisini böyle bir duruma neden düşürür ki?
İKİNCİ DİYALOG
-Peki neden açılmıyor?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Patrikhane’yi ziyareti sırasında Bartholomeos’a diyor ki: “Duyduğuma göre çok zengin bir kitaplığınız var. Bir gün ziyaret etmek isterim.”
Davutoğlu’nun kitaba ve okumaya olan sevgisini bildiği için Patrik şu cevabı veriyor:
“Evet. 60 bini aşkın kitap var. Ama ne yazık ki okuyan yok. Çünkü okulun açılmasına izin vermiyorsunuz.”
Heybeliada Ruhban Okulu’nun bahçesinde dinlediğim bu iki kısa diyalog; zihniyet tarihimizin ne tür bir zehirli sarmaşıkla sarıldığını göstermesi açısından önemlidir.
Bugün kurtulmaya çalışıyoruz. Ama hâlâ o sarmaşığın kurumuş zehirli dalları bir yerlerimizi tutuyor.
Ruhban Okulu neden açılmalı?
Açılırsa ne olur?
En açık cevabım şudur:
-Herkes inancına göre eğitim alabilmelidir. Ve Türkiye artık bu ayıptan kurtulmalıdır.
Dün bizimle birlikte olan Hüseyin Hatimi Hoca çok güzel özetledi:
-Kuran-ı Kerim der ki; dinde dayatma olmaz. İnsan hakları hukuku da inancına göre eğitime hak verir. Bu nedenle Ruhban Okulu açılmalıdır.
Okuldan ayrılırken Patrik Hazretleri’nin şu sözü adadan İstanbul’a kadar yankılandı:
“40 yıldır bekliyoruz. Artık sabrımız değil, nefesimizin sonuna geldik.”
Aşırı ırkçı akımların dünyayı kuşattığı dönemlerden, tek parti zihniyetlerinden, askeri vesayet dönemlerinden çıktık geldik. Sivil irade diyoruz, özgürlük diyoruz.
Bu yüzden şimdi okulun açılma zamanıdır.
Neden böyle düşündüğümün detaylarını yarın aktaracağım.

İKİNCİ YAZI

Haberin Devamı

Kredi kartını ilk kez onun elinde görmüştüm

Haberin Devamı

SAATLER gece yarısını geçmişti...
Evin telefonu çaldı:
-Uyuyor musun?
-Hayır sayın bakanım. Hayırdır!
-Beyefendi dedi ki, eğer Fatih’le Ertuğrul (Özkök) uyumadıysa bana gelsinler. Sen gider alırsın.
-Tamam, hazırlanıyorum.
-Beyefendi dedi ki; öyle takım elbise ceket falan giymesinler, pijamayla bile gelebilirler.
Çıktım dışarı.
Baktım; o da pijamayla direksiyonda oturuyor.
Allah rahmet eylesin. Toprağı bol olsun! Nur içinde yatsın!
Arkadaşım Adnan Kahveci!
Maliye Bakanı’ydı...
Yaratıcı aklın soyundan geliyordu. Müthiş buluşların halk adamıydı.
Ondaki vücut ikliminin rengi, tevazuydu.
O zaman Özkök Hürriyet’in Ankara temsilcisi, ben de yardımcısıydım.
Özal’ın şakaklarımızı zonklatan sürprizlerini, bazılarını çok kızdıran sivil devrimlerini tartışıyorduk. İçindeki muzip ve keşifçi siyasetçinin “Federasyon tartışılsa ne olur?” diye sorduğu, sonra da oturup gülerek izlediği yıllardı.
Köşk’teki çalışma odasına girdiğimizde, elinde küçük bir cihaz tutuyordu.
Sanki oraya yeni gelmemişiz gibi, sanki akşamdan beri oradaymışız gibi başladı konuşmaya:
“İşte bu var ya, bu!”
Elindeki dikdörtgen kartı uzattı.
“Bundan sonra para olarak bunu kullanacaksınız. Yani para diye bu var.”
Şaşırıp kalmıştım.
-Nasıl yani efendim?
-Kredi kartı bu. Bankalar verecek. Alışverişler bununla yapılacak. Adnan hazırlıyor zaten...
Bir karta baktım, bir Adnan’a... Oysa aklımda ne sorular vardı.
Genelkurmay Başkanı istifa etmişti. Yanlış hatırlamıyorsam, belki de Milli Savunma Bakanı Hüsnü Doğan’ı azletmişti... Hepsini yazılmamak üzere konuşmuştuk.
Önemsemiyordu çünkü.
Israrla o kartı anlattı bize...
Şimdi elimizden düşmeyen o kartı...
Diyordu ki:
-Kürt meselesinin çözümü silahla değil, bununla olur.
-Ekonomik cazibe merkezi olmakla gelir çözüm.
-Bakın biz ekonomik cazibe merkezi olursak Kuzey Irak’taki Kürtler de yüzünü bize döner.
Çok yaklaşmıştı Özal...
Şimdi mezarı açılacak deniyor. Suikast deniyor.
Eğer birileri bir halt karıştırdıysa;
Eşref Bitlis’in anlaşılamayan uçak kazasında olduğu gibi, şüphenin jilet yüklü soruları kalbimize dolmuşsa... Demek ki rahmet istediler bizden... Nur içinde yatsınlar!

Haberin Devamı

ÜÇÜNCÜ YAZI

Dünyadan sıkıldığımız saatlerde ne yaparız?

KENDİMDEN başlayarak, herkese doğru sıkıldığım saatlerde; taş merdivenlerden inince duvarları birbirine açılan dar bir salondan; kırmızı kadife bir perdeyle aralanmış yeraltı penceresine atlarım.
Burası;
Maaşlarımızı ve makamlarımızı bir kenara atıp alaturka ruhlar için korsan mitingler düzenlediğimiz şiir saatleridir.
Örgütsüz sığınaktır Küçük İskender’in evi.
Doğum günü, ölüm günü demeden sorarız orada.
Yakası açılmadık kelimeleri soru işaretinin çengeline asarız.
Mesela Efe der ki:
Nedir bu öfke?
Nedir bu birbirimize miras bıraktığımız şüphe.
Nedir bu intikam kazısı.
İşte yine böyle bir saatte;
İşte tam bu soruların kenarından geçerken, İskender maç için televizyonu açtı.
Ama açılan sanki televizyon değil de;
Bizden çok uzakta başka bir gezegendi.
Adı izdivaç olan bir gezegen...
Koca koca insanlar sahnede birbirlerine acayip sorular sorarak tanışıyor; sonra dans edip resmen evleniyorlardı.
O an kadın yaşlı adama soruyor:
-Kaç altın takıcan?
Adam düşünüyor.
Kadın adama diyor ki:
-Ne düşünüyon, gönülsüz müsün? Söyle kaç altın takıcan...
O sırada manken sunucu dar, vişneçürüğü elbisesiyle araya giriyor.
Bir kahkaha. Seyircilere dönüyor:
-Sorun bakalım.
Bu defa yaşlı adam seyircilerden bir kadınla atışmaya başlıyor. Feci bir manzara... Siyah beyaz Türk filmlerinin o utangaç izdivaç kelimesi bile, bu pespayelikten utanıyor.
Şaşkınım.
İskender diyor ki:
-Niye şaşırıyorsun. Bak kaç altın “takıcan” diyen bir izdivaç sahnesidir bu...
Tam bir ortalık oyunu...
Pişekar yok. İzdivaç var.
Sonra kadının birisi çıkıyor.
Kart bir sesle bütün makamları katlederek şarkı söylemeye başlıyor.
Adam beğeniyor. Bu defa kadın ve adam dans etmeye başlıyorlar.
İlkel, güdük, ruhsuz, teneke, kolpa bir dans.
Ardından yüzükler takılıyor ve kurdele kesiliyor. Perde!!!
Çok merak ediyorum. Stüdyodan sonra ne oluyor? Nasıl yaşıyorlar?
Nasıl bir aşktır bu?
Dayanamıyorum.
Kitaplıktan bir İskender çekiyorum.
Bu defa çok fena.
Başlıyorum aşkın aslı için okumaya..
.....Bedeninde milyarlarca hücre var
Her birinde müebbet yatsam
Bana yaşadıkça yeter...
Yaşadığımızı anlıyoruz yeniden...
Bir korsan şiirin devamıyla.
....sonbahar açığa alındı...
Bu yıl boşu boşuna çok yağmur yağacak...
Neyse ki şiirimiz var.
Neyse ki şairimiz var...
Yoksa nasıl dayanağız ruhumuzu kemiren;
Derimizi soyan bu pespayeliğe?
Sonra çıkıp sokağa bağırıyorum:
“Herkesin içinde gizli bir mezarlık vardır. En güzel ölümlerini gömer oraya.”

Yazarın Tüm Yazıları