Bu harem başka

Güncelleme Tarihi:

Bu harem başka
Oluşturulma Tarihi: Şubat 05, 2012 00:00

4 Yüz Topkapı Sarayı'nda buluşup kendi haremini kurdu

Haberin Devamı

Ele aldıkları her konuyla tartışma yaratan 4 YÜZ ekibi bu hafta Topkapı Sarayı'nda toplandı. İlk buluşma noktamız İlber Ortaylı'nın odası. Ortaylı'nın anlattığı heyecanlı hikayelerle tarihin dehlizlerinde çay içerek dolaştıktan sonraki istikamet önce sarayın yenilenen silah seksiyonu ve ardından da Harem

ENİS BERBEROĞLU: Benim haremimde sadece bir kadın olurdu. Yazıyla ve sırayla bir. Şaka bir yana, ben tek kadının erkeğiyim. Gerisini denemedim ama zaten beceremeyeceğimi biliyorum

ERTUĞRUL ÖZKÖK: Harem oluştururken en zor iş, optimum sayıyı bulmak. Bunun için kendime bilimsel bir yöntem buldum. Tabii yalakalık olmasın, rekabeti olumsuz etkilemesin diye Tansu’yu (eşi) dışarıda tuttum. Neticede şöyle bir sonuç çıktı: Ya 10 kişi olacaktı. Ya da sadece bir kişi. Hangisi daha feasable derseniz?

Haberin Devamı

SEDAT ERGİN: Sayılarla, istatistikle aram hiç iyi değildir.

AHMET HAKAN: Cariye sayısı üzerinden yapılan Harem edebiyatı fazla oryantalist gelir bana. Batılı kafanın egzotik fantezilerini süsleyen bu yaklaşıma teslim olmak istemiyorum.

Günlerden salı, saray ziyarete kapalı. Zaten açık olsa da içerisi gezilemeyecek kadar soğuk. Her yer bembeyaz, bulut gibi karlarla kaplı. Fotoğraf editörümüz Sebati Karakurt'la birlikte upuzun saray bahçesinde yürüyüp 'Muhteşem Yüzyıl' dizisinin çekim ekibinin yanından geçerek, doğruca içeri giriyoruz. Enis

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fab5
Berberoğlu, Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin, Ahmet Hakan dörtlüsü İlber Ortaylı'nın odasında oturmuş, Ortaylı'nın anlattığı hikayeleri merakla dinliyorlar. Onların ilgisinin farkında olan Ortaylı da tarihin en ilginç küçük detaylarını ardı ardına sıralıyor.

Çaylar bittikten sonra herkes yenilenen silah seksiyonunu merak ediyor, olabildiği kadar hızlı adımlarla yol alıyoruz... Yenilenmiş seksiyonu herkesi heyecanlandırıyor. Ahmet Hakan ve Ertuğrul Özkök'ün asıl sevindikleri nokta, uluslararası bir müzecilik anlayışının seksiyona oturmuş olması. O sırada Sedat Ergin, gözlüğünü takıp tüm eserlerin altında yazanları dikkatlice okuyup eserleri inceliyor. Silahlardan en çok etkilenen Ahmet Hakan gibi. Hepsinin birer sanat eseri olduğunu sürekli vurguluyor ve ilk zarfını Özkök'e atıyor: "Ertuğrul Bey, siz o dönemde yaşasanız çok iyi bir kılıç ustası olurdunuz." Ama 4 YÜZ üyelerinin tamamı kalemin keskinliğine daha çok inanıyor.

Haberin Devamı

Silah seksiyonundan birbirine inceden sataşarak çıktıktan sonra İlber Ortaylı büyük bir iştahla açıyor Harem'in kapısını. Belli ki anlatacak çok şeyi var...

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fab7

Bir kadında ilk neye bakarsınız? İlk nesinden etkilenirsiniz? Hangi fiziki özelliği sizi çeker?

ENİS BERBEROĞLU: Gözlerine... İlk anda da, son anda da.

ERTUĞRUL ÖZKÖK: Yaptığım seçimlere bakarsanız, hangi kadınları beğendiğimi, nerelerine baktığımı anlarsınız.

SEDAT ERGİN: Ben bir kadında önce sesine bakarım. Soprano mu, mezzo soprano mu yoksa alto mu? Önce ses analizi...

AHMET HAKAN: Etkileyicilik açısından kadınla erkek arasında pek fark yok aslında. Güzel bir kadının erkekler üzerinde uyandırdığı ilk etkiyle yakışıklı bir adamın kadınlar üzerinde uyandırdığı ilk etki benzer bir düş kırıklığıyla sonuçlanabilir çoğu zaman... Standart güzelliğin erkekler açısından ya da standart yakışıklılığın kadınlar açısından tadını çıkaracak zaman çok kısa. Uzun sürecek olan başka hasletler. Ayrıca güzelliğin ya da yakışıklılığın bir tane tarifi de yok. Herkesin güzelliği ya da yakışıklılığı kendine. Bütün bu lafları neden ettim? Şundan: Mesela beni bakışı değişik, ilk etapta herkesin güzel olduğu konusunda ittifak edemeyeceği türden, soğuk görünüşlü kadınlar etkiler beni. Ama dedim ya: Bu kısa süreli bir etki.

Haberin Devamı

Hareminizdeki kadınlar hep aynı tarz ve tipte mi olur?

ENİS BERBEROĞLU: Prototipim vardır. Orası kesin. Ama yaş kemale erdikçe, zamana bağlı olarak prototipin baskın yanlarının değiştiğini de gördüm. Ne var ki galiba yol arkadaşlığını aramaktan vazgeçmedim.

ERTUĞRUL ÖZKÖK: Hayır, değil. Aralarında sarışınlar da var.

SEDAT ERGİN: Ben çoğulculuktan yana biriyim.

AHMET HAKAN: Ben Harem’e herkesin aklına ilk gelen anlamı yüklemiyorum. 'Harem’deki kadın'dan kasıt, hayatımıza değer katan, anlam katan, zenginleştiren kadındır. Bu açıdan bakarsak hem tip farkı, hem tarz farkı sonsuz.

Listenizi oluşturduğunuz isimlerde, fiziki özelliklerini göz önüne almadığınız bir kişi var mı? Varsa hangi özelliğiyle sizi etkiledi?

Haberin Devamı

ENİS BERBEROĞLU: Çalıkuşu'nun, Tezer'in eti ve kanı var mı ki? Benim listemdekiler, hayatı öğrenmeme, tutunmama, ayakta kalabilmeme yardım edenler. Bir nevi ben onların haremiyim.

ERTUĞRUL ÖZKÖK: Bir kadın var; Maria Callas.

SEDAT ERGİN: Laf yetiştirme becerisi benim için önemli.

AHMET HAKAN: Fiziki özelliklerinden ziyade fiziki özelliği anlamlandıran, zenginleştiren, cazip kılan, etkileyici hale getiren özellikleri göz önünde bulundurdum.

Hareminizdeki cariyelerin, Osmanlı sarayında sahip olmadıkları ne gibi ayrıcalıkları olurdu?

ENİS BERBEROĞLU: "Benimle olmak ayrıcalığı" diyebilecek kadar özgüvenli ve dangalak olabilmek isterdim. Ama yalan olurdu. Sevgiyi hak etmek için elinden geleni yapmak lazım.

Haberin Devamı

ERTUĞRUL ÖZKÖK: Kadınlar karşısında zayıfım. Bu halimden de memnunum. Kadın, beni biraz hırpalamalı. Sado mazo ilişkiden söz etmiyorum. Ruhen hırpalamalı, beni kurcalamalı.

SEDAT ERGİN: Hepsi özgür olurdu.

AHMET HAKAN: Harem ve cariye bir metafor gibi görülmeli... Cariyelerin Osmanlı sarayında hangi ayrıcalıklara sahip oldukları konusunu derinlemesine bilmiyorum. Ama ben kadınlarla ilişki kurarken ayrıcalık dağıtma makamında görmüyorum kendimi. Hoşlandığım ilişki: Eşit ilişkidir. Sadece kadınlarla mı? Tabii ki hayır! Herkesle eşit ilişki...

Sizin Hürreminiz kim olurdu?

ENİS BERBEROĞLU: Şaka mı bu... İnsan eşine "Cariyem" diyebilir mi?

ERTUĞRUL ÖZKÖK: Benim Hürrem’im belli. Evde oturuyor. Ama onun dışındaki kim derseniz, bir saniye bile düşünmeden cevabımı veririm. Kim mi? 'Madame X'... Kim olduğunu öğrenmek için mecburen yazıyı okuyacaksınız. Öyle kolay anlatılabilecek bir kadın değil.

SEDAT ERGİN: Bunu senariste sormak lazım.

AHMET HAKAN: Kim olurdu bilmiyorum ama bildiğim bir şey var: Dizideki Hürrem olmazdı. Gerçi dizideki Hürrem’in de bu durumun umrunda olmayacağını biliyorum ama neyse...

ERTUĞRUL ÖZKÖK

İŞTE HAREMİMDEKİ 10 KADIN

Harem’i ilk defa geziyorum. Hiçbir şeyi bilmiyorum. Kafamdaki bütün imaj, yabancı ressamların çizdiği o harika tablolardan geliyor. Ama girdiğimiz yer hiç o tablolardakine benzemiyor. Her adımda, sorulabilecek ne kadar cahilce soru varsa soruyorum...

Önümüzde Prof. İlber Ortaylı önde yürüyor. Başında siyah bere, üzerinde uzun palto, elinde baston var.

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fab9

Bu haliyle, 1940’ların filmlerinden çıkmış bir aristokrat.

Topkapı’nın bahçesine kar yağıyor.

Hava, İstanbul’da bugüne kadar görmediğim kadar soğuk. Grip, sadece bünyemi değil, moral sistemimi de çökertmiş. Harem’e iki büklüm giriyorum.

Tam kapıda, 'Muhteşem Yüzyıl' dizisinin genç yeniçerilerini görünce, moral iyice sıfırlanıyor. Hele hele Kanuni rolünü oynayan Halit Ergenç’i öyle, heybetli haliyle görünce moral dip yapıyor.

Neyse ki, İlber Hoca iyi haberi veriyor:

“Merak etme onların Harem'in içinde çekim yapma hakkı yok.”

Muhteşem Süleyman’ı zemheride bırakıp, hakiki padişah havasında Harem’e giriyoruz.

Giriyoruz ki, orası dışarıdan da soğuk.

Yok, mümkün değil. Burada bırakın uçkur çözmeyi, fötr şapkayı bile çıkaramazsınız.

Kendi kendimi dolduruşa getiriyorum.

“Ne yani Osmanlı padişahları benden çok mu daha fit’ti…”

Sonra Enis’e , Sedat’a , Ahmet’e bakıyorum. Bir de kendime...

Kendimi utandırtmam...

Ben bunları düşünürken İlber Hoca, ilk dersini veriyor.

“Kapının iki yanındaki şu yazıları size okuyayım.”

 Bakıyoruz, Harem Kapısı’nın iki tarafına eski harflerle yazılmış bir yazı var.

Bir tarafta şu yazıyor:

“Herkese kapıları açan Allah'ım…”

 Tam karşısındaki plakette ise:

“Bize de kapıları aç…”

İlber Hoca’ya, “Sözleri kim söylüyor” diyorum.

“Tabii ki Harem’deki kadınlar” diyor.

“Yani Hocam, dışarı mı gitmek istiyorlar?”

“Ee tabii, burada hayatlarının sonuna kadar kalmıyorlar. Belli bir yaşa gelince, biriyle evlendiriliyor ve kendi evini kuruyor..."

 HAREM AĞASI DEĞİL HAREM ALİ’SİYİM

 Harem’i ilk defa geziyorum. Tam bir Ali’yim. Yeni gelmişim, hiçbir şeyi bilmiyorum. Kafamdaki bütün imaj, yabancı ressamların çizdiği o harika tablolardan geliyor.

Ama girdiğimiz yer hiç o tablolardakine benzemiyor. Her adımda İlber Ortaylı ’ya sorulabilecek ne kadar cahilce soru varsa soruyorum:

Hocam, niye duvarlarda bu kadar çok yazı var?

-  Burası aynı zamanda bir okul. Kadınların hepsi okuma yazma biliyor. Onun için.

Hocam, burası çok küçük bir yer. Bu kadar insan böyle iç içe mi yaşıyor?

- Tabii küçük bir yer. Cariyelerin küçük ve lüksü olmayan odaları var.

Hocam, bu kadar küçük bir yerde bu kadar kadın ve erkek iç içe yaşarsa, maraza çıkmaz mı?

- Çıkar elbet.

Biraz sonra duruma alışıyorum ve Harem’deki muhabbet başlıyor.

'B'LERİ 'P' GİBİ TELAFFUZ EDEN BİR KADIN BU MEKTUBU NASIL YAZAR

Hürrem Sultan. Kanuni’ye yazdığı mektuplardan birinde bakın neler diyor:

“Yüzümü yere koyup mutluluk sığınağı ayağınızın toprağını öptükten sonra, benim ve saadetimin sermayesi sultanım, eğer bu ayrılık ateşine yanmış, ciğeri kebap, sinesi harap, gözleri yaş dolu, gecesi gündüzü belirsiz olan, hasret deryasına gar biçare, aşkınız ile müptela, Ferhat ile Mecnun’dan beter Şeyda kölenizi sorarsanız; ne zamandır ki sultanımdan ayrıyım, bülbül gibi ah u feryadım dinmeyip ayrılığınızdan dolayı öyle halim var ki Allah kafir olan kullarına vermesin.”

Bu mektup karşısında nikâh kıymayacak erkek var mı?

Soğuktan hiçbir organıma emir veremez hale gelmiş beynim, uyanıyor.

Türkçeyi sonradan öğrenmiş, B’leri P gibi telaffuz edebilen bir kadın böyle bir mektubu nasıl yazmış? Murat Bardakçı “Kendisi yazmıyor, yazdırıyordu” diyor.

Vallahi şu Hürrem Sultan nasıl bir kadın çok merak etmeye başladım.

SAYISINI NASIL TESPİT ETTİM

Kendime harem kurarken, en önemli soru, “Buraya kaç kadın alacağımdı?”

Tabiatıyla listeyi ona göre yapacaktım. 'Harem' ve 'Kadın' kelimelerini yan yana getirince, arama motoru olarak kime başvurursunuz? Tabii ki Murat Bardakçı’ya.

Ama ona gitmeden önce, tarihçi Necdet Sakaoğlu’nun geçen hafta NTV’deki 'Tarih Konuşmaları' programında verdiği rakamları aktarayım.

* Ona göre en fazla 'hanımı' olan padişah III. Ahmet’miş. 21 eşi varmış.

* Buna karşılık III. Murat’ın sadece üç eşi bulunuyormuş.

* Peki Topkapı Sarayı’ndaki bu Harem’den kaç kadın geçmiştir? 355 yıl boyunca burada 23 padişah yaşamış. Hepsinin toplam 162 hanımı varmış.         

* Beşiktaş Sarayı’nda yaşayan sekiz padişahın tespit edilebilen toplam kadını ise 70’miş.

Bundan şöyle bir sonuç çıkabilir mi?

* Dolmabahçe Sarayı'nın padişahları, Topkapı’nınkilere göre daha fazla mı kadın düşkünüymüş? Çünkü Topkapı’da padişah başına ortalama yedi kadın düşerken, Beşiktaş’ta sekiz kadın düşüyor.

Vallahi bana göre bir kadın fazla, bir kadın eksik fark etmez.

Ancak Murat Bardakçı bu rakamları kabul etmiyor. Aile içi mahremiyet olarak bakıldığından, padişahların eşleri ve kızlarının sayısı konusunda kesin bir rakam bilinmiyormuş.

Bu durumda , listeyi yaparken şu değişkenleri dikkate alacağız: Grip durumuz, yaşımız-başımız, bir de maddi imkanlarımız...

Tabii bir de Osmanlı padişahlarının ortalamasından az olmamalı.

Spor yapıyoruz, boyumuz posumuz onlardan iyi.

Bu durumda ben haremimi 10 kişilik yapmaya karar verdim.

İŞTE ÖZKÖK'ÜN HAREM-İ İSMETİ 

SILVANA MANGANO

 Onu 'Acı Pirinç' filmini seyrederken tanıdım. İtalyan pirinç tarlalarının, dolgun bacaklı, yuvarlak kalçalı, Ben Akdenizliyim diye bağıran harikulade amelesi. Döneminin bütün erkeklerini peşinden koşturan, sonra kapıdan çeviren madonna. 'Venedik’te Ölüm' filminde, güzelliği temsil eden Tadzio'nun zarif aristokrat annesi.   

BRIGITTE BARDOT

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fabb

Allah onu yaratsa yaratsa, benim için yarattı. Kapri pantolonu ile bindiği Vespa motosikleti üzerinde mahvetti beni. Çırılçıplak gördüğüm ilk gerçek kadın sanatçıydı. Haremime onu almayacağım da kimi alacağım? Allahım, sen mi yarattın beni? Sırf onun için.

ARZU OKAY

Fransa’dan yeni dönmüştüm, askerliğimi yapıyordum. 'Civciv Çıkacak' yıllarıydı. Onu ilk defa Aydın’daki garnizonda oynatılan aç aç filminde görmüştüm. Sonra dergilerden resimlerini kesmeye başladım. Tansu görmesin diye bir tanesini, Sartre’ın kitabının içine koymuştum. Kitap çalındı. Bulan bilsin ki; harem-i ismetimden biridir.

LAURA ANTONELLI

“Malizia” filminin hem masum, hem fettan kızı. Karısı ölen adamı, daha üçüncü gün baştan çıkaran o güzellik. O dolgun göğüsler, kadın kadın gövde. Sonra, “Allahım ben nasıl bu kadar diplere düştüm.” filmi geldi. Aristokrat mahallesinden çıkıp, bir ameleyle ahırda yatmaya giden, oradan yine Aristokrat mahallesine dönen kadın. O hep en yükseklerde kaldı. Onsuz bir harem asla hayal edemiyordum. Ne yazık ki geç kaldım.

SCARLETT JOHANSSON

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fabd

Hatırlıyorsunuz değil mi? Onunla ilgili düşüncelerimi bir pazar yazısında yazmıştım, Twitter’in kıskançlık okları üzerime akmış, bense onların hepsini Eros’un oklarına çevirmiştim. Onu haremime alırım ve o harem kapısı, hep benim koynuma açılır.

AYFER FERAY

 Banko alırım. Ama bir sorun var. Selim İleri ’yi ikna etmem lazım. Onu anlatan o kadar güzel yazılar yazdı ki, mecburen 'arkadaşımın aşkısın' vaziyeti doğdu. Güzel kadın. Akdenizli kadın. Güzel bakan kadın. Mahsun bakan kadın. Şanslı kadın. Talihsiz kadın. Hepsi beni ona çekiyor.

ANAIS NIN

Kafamı karıştıran kadın. Güzel desem, o kadar değil. İlk bakışta aşk desem, hiç değil. Ama son bakışta beni mahfeden kadın. Bilinçaltımı zorlayan kadın. Onu, Henry Miller ’in elinden almak için mi bu kadar istiyorum? Bilmiyorum. Günlüklerini okuduktan sonra bir haller oldu bana.

MARIA CALLAS

Scarlett Johansson’u haremine alan bir erkek Maria Callas’ı da alır mı? Alır canım, alır ciğerim. Ne demiştim 'Arta Kalan Zamanda' CD’sinde: “Onunla hiçbir paparazzinin yakalayamadığı bir aşk yaşadım.”

PAULETTE

Bedenimdeki Rönesans, Bedri ’nin çizdiği pazar kadınlarıyla başlamıştı. Sonra Wolinski ile Pichard ’ın birlikte yarattıkları Paulette girdi hayatıma. Paulette dolgundur, her dolgun kadın gibi güzeldir; ayıptır söylemesi biraz avamdır. Farkında olmadan teşhircidir. Yani tam bana göredir. Sonra Manara’nın çizdiği harikulade kızlar gelse de, Paulette’in yeri başkadır. O çizgi kadınların Hürrem Sultanı’dır.

O VARSA BAŞKALARI HAREME GİREMEZ

MADAME X

Onunla New York’ta Metropolitan Museum’da tanıştık. Öyle bir yüzü, öyle bir büstü, öyle bir gövdesi, öyle bir dekoltesi ve öyle bir duruşu vardı ki... John Singer Sargent çizmişti. Görünmeyen sol gözü sanki biraz büyüktü. Bana, tuz gibi karşı konulmaz bir tat veriyordu.

Okyanus ötesi kontenjanından onu da alıyorum.

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fabf

Ancak şöyle bir sorun var:

Tablodaki bu kadın, Hürrem Sultan gibi haremde kendinden başka bir kadını kabul etmez.

Bana gelince Madame X'e boyun eğmekten başka çarem yok.

Eğer tek kişilik bir haremse sadece Madame X.

Hayali bir kadın yani.

MAALESEF ÜÇ SORUN VAR

Evet benim harem kapasitem bu. Tabii ortada halletmem gereken üç çok önemli sorun var.

BİR: Tansu kabul eder mi?

Kesin etmez.

Hadi etti diyelim;

İKİ: Bu kadınlar benim Harem-i ismetime girmeyi kabul eder mi?

Hadi kabul ettiler;

ÜÇ: Harem’de fötr şapkayla dolaşmama izin verirler mi...

 

ENİS BERBEROĞLU

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fac1

Yaşam yoldaşları, gündüz düşleri ve Şems kadınlar = Sanal harem

Malumunuz haremin hakikisi, mülkün kümesi.

Padişah efendimizden başkasına yasak...

Soy sop, hanedan ve miras meselesi yüzünden.

Benimkine hepiniz davetlisiniz...

Nihayetinde sanal bir harem.

Yaşam yoldaşlarımı tanıyın.

Gündüz düşlerimi paylaşın.

Tavsiyem, Şems kadınlara yaklaşmayın.

Dokunan yanar uyarayım...

Yaşam Yoldaşları

1) Onbaşı Halide Edip

2) Çalıkuşu

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fac3

3) 78 kadını

Gündüz Düşleri

4) Fosforlu Cevriye

5) Velda

6) Bond Kızı

7) İngrid Bergman

Şems Kadınlar

8) Lou Andreas Salome

9) Eva Peron

10) Tezel / Bir Düğün Gecesi

KOLEJLİ ONBAŞI VE ÇALIKUŞU FERİDE

 Yarım asrı hayli aşkın ömrümde...

Hep üç kadın prototipi yoldaşlık etti bendenize.

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fac5

Çocukluğumda Halide Edip Adıvar.

Kolejli Onbaşı Halide.

Kadını romana sokan... Romanı hayatında yaşayan.

Amerikan hayranı Türk muhafazakârına ilk örnek.

* * *

İkincisinin adı Feride ama 'Çalıkuşu' diye meşhur.

Kaç İstanbul bebesini Anadolu'ya meftun etti.

Muhtarla imamın yanına öğretmeni koydu.

Cumhuriyet'in köydeki sacayağını kurdu.

* * *

Ve son olarak 78 kuşağı kadını...

Onbaşı Halide kadar asker.

Feride kadar romantik.

Eziyeti, yokluğu, yoksunluğu bilir.

Zindanı gördü, mahpus yolu bekledi.

Kafayı kırmış, arızalı, keyifli, müşfik.

En yakınım.

FOSFORLU CEVRİYE İLE VELDA  

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fac7

 Gündüz düşlerimde ilk göz ağrımdı.

'Fosforlu Cevriye'de Türkan Sultan.

Sanki mahalle arkadaşımdı...

Sunturlu küfrü, okkalı tokadı vardı.

Her çocuk gibi bu muhteşem kadını...

'Erkek gibi' diye sevdim, haksızlık ettim.

Ama büyüdükçe kadınlık adresini...

Göz seviyesinden aşağıda aramamayı...

Yine Sultan sayesinde öğrendim.

Teşekkürü borç bilirim.

* * *

Sahtesi aslından güzel olur mu?

Okumaya cep romanlarıyla başladım.

Sonradan Kemal Tahir’in yazdığını öğrendiğim...

Mayk Hammer maceralarıyla...

Yumruklarıyla sevişen...

Dudaklarıyla döğüşen dedektif...

Maceranın son sayfalarında...

Düşman ajanı veya katil çıkan güzel kadını...

45’lik tabancısıyla karnından vurmak gibi...

Kötü huyu vardı.

Bir de kızıl saçlı, mevzun vücutlu sekreteri Velda...

Mayk hangi kadının yatağından dönse...

Sabırla ve sorgusuz sualsiz karşılayan...

Hangi serseriden dayak veya kurşun yese...

Yaralarını şefkatle tımar eden...

45’lik gibi bir kadın.

Ve sadece hayal...

 * * *

Cep romanı kapaklarından Karaoğlan’a geçişte...

Cilveli, fettan ve hırsız Bayırgülü'ne rastladım.

Zaten Karaoğlan'ın kadınları kılıçtan keskindi.

Yetmedi, Jane Fonda'nın Vampirella'sı ile azdım...

Şahsi ergenlik zirveme bir Bond kızıyla tırmandım.

Yıllarca her “Sahil” dendiğinde...

Denizden çıkan Ursula’yı hatırladım.

* * *

Ama hiçbiri...

Casablanca'daki Ingrid Bergman kadar zorlamadı beni.

Malum, aşkı için dağları delen Ferhat’ın...

Sevgilisini aralarındaki hapishane duvarını delerek hamile bırakan (gerçek olaydır)...

Bir ırkın, namus cinayetine sevdalı ahfadıyız biz.

Nasıl yani, film gerçek hayat olsaydı...

Unutamadığımız kadın, başkasını bizim kadar sevmese de sayıyor...

Eyvallah diyeceğiz.

Aynı kadın, “Hem ağlarım, hem giderim” kıvamındayken...

Neredeyse ite kaka o adamla uçağa bindirip, arkasından ıslak köpek gözleriyle el sallayacağız.

Humprey Amca hiç de kalıbının adamı değilmiş...

O kadarını anlayalı yıllar oldu...

Oldu da, Ingrid o kavatta ne buldu, sevdi?

Şu yaşa geldim, henüz çözebilmiş değilim.

EVİTA VE MERHABA HÜZÜN

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896fac9

Meracel Bahreyn...

İki denizin birleşmesi...

Tuzlu ve tatlı suyun karışması...

Mevlana ile Şems’in vuslatı.

Yerini ve zamanını tam hatırlamasam da...

Sanal haremime az sayıda Şems kadın uğradı.

Onlar sayesinde yandım, piştim ben...

 * * *

 Mesela Lou Andreas-Salome...

İlk kez Atilla İlhan’ın kitabında okudum.

Nietzsche’yi arabaya koşan resmiyle tanıdım.

O Nietzsche ki, “Kadına giderken kırbacını unutma” demiş.

Lafını yalayıp yutmuş, kadının kırbacını sırtında hissetmiş.

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896facb

Bu kez unutmasın diye stüdyo fotosuyla belgelenmiş.

İnanın en mahalle çocuğu halimle bile tırstım.

Bir daha yeminle, hiçbir kadına raconla yaklaşmadım.

İçlerindeki Salome ruhunu uyandırmaktan hep korktum.

 * * *

Lise yıllarında siyasete merak saldım.

Bülent ve Rahşan Ecevit çiftine umut bağlanan yıllardı.

Tıpkı Juan ve Eva (Evita) Peron gibi iki kişilik partiydiler.

Rahşan Hanım, Evita’dan 20 yıl sonra aynı yoldaydı.

Her yere Bülent Bey’le birlikte gidiyor, halka değiyor.

Köylü Dernekleri kuruyor, kadınlara yardım ediyordu.

Tek farkla: Arjantin’de Evita kocasından fazla seviliyordu.

Bizdeyse Rahşan Hanım’a Bülent Bey için dayanılıyordu.

Ne zaman Evita ilgili okusam, müzikaline kulak versem...

Hep merak etmişimdir...

Acaba Türk siyasetinde eşinden fazla sevilen...

Hatta erkeğini gölgede bırakan bir first lady çıksaydı...

Ne olurdu?

* * *

12 Eylül’e yakın zamanlardı.

12 Mart’ın yarası açık ve kanlıydı.

Adalet Ağaoğlu’nun kitabının daha ilk sayfasında...

İlk satırında Tezer’in çığlığı duyuldu:

- İntihar etmeyeceksek içelim bari.

Bu kadar basit ve yalın.

Madem ki ölemedik, sattık.

İçelim, unutalım.

'Bir Düğün Gecesi' 1970’lerin sonunda yayımlandı.

12 Eylül’de başımıza gelecekleri bilseydik...

Ne kadar saçma deyip geçerdik belki...

Ama o gün Tezer’in çağrısına bayıldık, inanın.

Hüzünlü, çocuksu ve şımarık.

Tıpkı 'Merhaba Hüzün’ün Cecile’i gibi hüzünlü...

Elsa Triolet’in 'Beyaz At’ı gibi çocuksu...

Ve şımarık.

Sevdiğimi şımartmayı...

Yapabileceğimi öğrendiğim andan itibaren sevdim.

* * *

Sanal haremimi etsiz-kansız bulmuş olabilirsiniz.

Haklısınız ama bir düşünün...

Şiirde anlatıldığı üzere...

“Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular”...

Demeyen var mı aranızda?

Ben bu kadınları tanımasam...

Ben olmazdım.

AHMET HAKAN

HAREM VESİLESİYLE

Kafa dengim kadınlar

Kaptırır giderim kendimi

PATRICIA HIGHSMITH

Onunla İtalya’da Toscana güneşinin altında uzun sohbetler yaptığımı hayal ediyorum. Yaşlı ve huysuz bir kadın olarak hangi tür insanlardan nefret ettiğini anlatsın, şehirleri kötülesin, ressamlara bulaşsın, romancıların dedikodusunu yapsın... Fonda onun seçtiği müzikler olsun. Arada bir lafa karışayım, Ripley’i sorayım. Varsın geçiştirsin, varsın gündemi benim belirleme izin vermesin, hiç önemli değil. Konuşsun, konuşsun... Huysuzlaşsın. Can sıkıntısından söz

/images/100/0x0/55eaca9ef018fbb8f896facd
etsin, iyi yaşadıklarını sananların aslında nasıl da aptalca bir hayat yaşadıklarından dem vursun. Süper olur, mis olur! Kaptırır giderim kendimi

Soğuk gecelerimin kahramanı

FEYZA

Çocukluğum romanıdır 'Huzur Sokağı'. Sokak deyip geçmeyin, yoksullukla iyiliğin harman olduğu bir yerdir orası: Tabiri caizse bir asr-ı saadet sokağı... O cennetin içine sonradan dikilen modern bir apartmanın hafif şımarık kızı Feyza, sokağın dini bütün idealist genci Bilal’e aşık olup hayatını değiştirmiştir. Aşkta vuslat söz konusu olmamıştır ama o aşktan şuurlu bir mümin olarak çıkmıştır Feyza. Değişen bir hayat, sıkıntılar, acılar... Çocukluğumun soğuk gecelerinin bir kahramanıdır Feyza. Şu anda kendisiyle anlaşabilir miyiz? Bilmiyorum. Ama uzun zamandır görmediğim bir akraba hasreti var bende kendisine karşı.

 

Birbirimize nazik davranıyoruz

MISS MARPLE

İngiliz kırsalındayız. Elimizde sıcak çikolata fincanları... Cinayet senaryoları yazıyoruz. Cinayet nedenlerimiz hiç değişmiyor: Miras paylaşımı, kıskançlıklar,

/images/100/0x0/55eaca9ff018fbb8f896facf
intikam duyguları... En popüler cinayet silahımızsa belli: Siyanür! Cinayet mekanlarımızsa şatafatlı oteller. Ben olaya kuralları alt üst edecek türde unsurlar katmaya çalışıyorum, o engel oluyor. Arada Hercule Poirot’yu çekiştiriyoruz. Onun bıyıklarını, ağırkanlılığını falan dilimize doluyoruz. Gülüyoruz. Bu arada birbirimize karşı da hayli nazik davranıyoruz. Hayalim budur... Evet, budur.

 Herkes bize bakıyor

VIRGINIA WOOLF

Bilinç akışı tekniğiyle sohbetlerinin tadına doyulmazdı herhalde. Hezeyanlar, bunalımlar, alaycılıklar içinde geçen bir büyük nevrotik muhabbet... 'Kendine ait bir oda'nın öneminden girer 'dalgalar'dan çıkardık. İntihardan da söz ederdik. Ceplere çakıl taşları doldurup kendini denize bırakarak gerçekleşen intiharlardan. Bu kadar karanlık geçmezdi her şey. O çılgınlıklar yapar, ben de “ayıp oluyor, herkes bize bakıyor” falan diye sinameki uyarılarda bulunurdum. Ne güzel olurdu.

Deli fişek gibi

ZERRİN EGELİLER

/images/100/0x0/55eaca9ff018fbb8f896fad1

“Karanlık kahvelerde tıraşı uzamış adamlar” anlatırdı onun hikayesini: Kocası onu acayip çirkin bulur ve aşağılarmış, o da kocasına inat gitmiş seks filmlerinin yıldızı olmuş. Bu karanlık kahve efsanesi ne kadar doğrudur bilinmez ama onun 70’lerin sonundaki ergenlerin dünyasını fena halde örselediği acı bir gerçektir. Bir deli fişek gibi girdi saklı hayatlarımıza. Ve hep saklı kaldı. Arzu Okay onun yanında fazla cici kalır. Feri Cansel bile onun kadar saklı kalmadı. Üstü örtülmüş bir gerçektir. Kendisini bulsam, konuşurdum, “Abla nasıl oldu da oldu bu işler” diye...

 Baş edilemez kadın gururu

ÇALIKUŞU FERİDE

Gülbeşekeri sevdik. Zeyniler’i de... Kamuran’ın salaklıklarına ifrit olduk. Bunaltıcı gibi görünen son dönem Osmanlı kasaba hayatının son derin ve rikkatli insanlarını tanıdık. Geç dönem Osmanlı bürokrasisiyle alay ettik. Hepsi kimin sayesinde? Tabii ki Feride’nin. Kadın gururunun ne denli baş edilemez olduğunu da ondan öğrendik. Anadolu’nun olgunlaştırıcı taraflarını da...  

Kantosunu izlesem başka bir şey istemem

KARANTİNALI DESPİNA

Attila İlhan’ın o muazzam ve sinematografik şiiri olmasa gözümde asla canlandıramazdım kendisini. Ama şiir var ve o şiir sayesinde Karantinalı Despina da var. Sevdalı saçlarına her gece gül takan, etrafa çapkın gülüşler fırlatan, Kordelia’dan faytona binen, 'Kara Kız' kantosuna çıktı mı, deprem mi oluyor dedirten bir kadın. Muammer Bey’in gözdesi. Fakat işgalde General Zafiru ile sevişerek Muammer Bey’i duman eden bir kadın. Hepsini geçtim, sadece 'Kara Kız' kantosunu söylerken seyretmek bile yeterdi benim için…

Susturulamayan bir yürek

SABİHA SERTEL

Herkes “a” derken o “b” demiş. Hem de “b” demenin fena halde riskli olduğu bir dönemde... Yolundan da dönmemiş. Küfür etmişler, 'Bolşevik Dudu' diye lakap takmışlar. Tevkifatlara uğramış, takibatlardan başını almamış bir kadın... Eşiyle birlikte aslanlar gibi mücadele etmiş. Çıkardıkları gazetenin matbaasını yakıp yıkmışlar, tehditler etmişler. Ama susturamamışlar! Öyle yürekli ki... Kadınlara özgü bir yüreklilik onunki...

Erken dönem soğuk güzeli

/images/100/0x0/55eaca9ff018fbb8f896fad3

JUDY GARLAND

Sezai Karakoç’un 'Çay' şiirinden bilirim kendisini. Şöyle der Sezai Karakoç şiirinde: “Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir / Judy Garland gibi çay / Kan gibi çay”. O şiirden sonra yakınım oldu Judy Garland. Eski filmlerini buldum, fotoğraflarını önüme serdim ve karar verdim: Kendisi bir erken dönem soğuk güzelidir. Laf aramızda Judy Garland ile Muazzez Akkaya arasında müthiş benzerlik de dikkatlerden kaçacak gibi değil.

 

SEDAT ERGİN

Harem'i ziyaret


İtiraf edeyim ki, zihnimde canlandırdığım Harem’in ihtişamıyla, realite arasında büyük bir uçurum var. Harem’in bir müessese olarak beni heyecanlandırdığı da söylenemez. Son tahlilde savaş ganimeti olan, esir pazarından satın alınan ya da birileri tarafından hediye edilen kadınların alıkonduğu ve padişahın arzusu olursa kendisine sunulmak üzere hazır bekletildiği bir mekân burası

/images/100/0x0/55eaca9ff018fbb8f896fad5

Çocukluğumun önemli bir bölümü Sultanahmet semtinde geçti. Eski mahallem sayılır. Küçüklüğümde sarayın çevresinde, o civarlarda çok dolaşmışlığıma rağmen, Harem’e ve Topkapı’nın diğer bölümlerine gittiğimi hatırlamıyorum.

Bunun için 2012 yılını ve 4 YÜZ projesini beklemem gerekiyormuş.

Ancak geçen hafta Harem’e ayak basmadan önce ziyaret ettiğim silah müzesindeki izlenimlerimden de kısaca söz etmem gerekiyor. Son derece modern bir şekilde tasarlanmış bu müzede vitrinlerde sergilenen değişik ebatlardaki kılıçları, palaları, baltaları birden karşımda bulunca tuhaf bir rahatsızlık duydum. Metalin kesici kenarının özellikle aydınlatma ışığının da üzerine düşmesiyle çevreye yaydığı soğuk, ürpertici bir şey var.

Bir insanın vücuduyla ilk temas ettiği noktada derisi ve etini keserek içeri giren, yaralamaya, öldürmeye, yok etmeye yarayan bir keskinlik bu. Ne kadar inceyse, ne kadar kuvvetle insan vücuduna indirilirse o kadar çabuk parçalıyor.

Bu tür savaş araç gereçlerinin bendeki nesnel karşılığı, nedense kahramanlık destanları, şanlı tarihimize hayranlık duyma gibi çağrışımlar olmuyor.

Aksine insanlık tarihinin büyük ölçüde 'öldürmek' üzerinden yürüdüğünü, yüzyıllar geçse de bu güzergahın değişmediğini, 21’inci yüzyılın içinde bulunduğumuz ikinci 10 yılında da hüküm sürdüğünü, evrenin bilebildiğimiz sınırları içindeki en tehlikeli yaratığın insan olmaya devam ettiğini, yalnızca teknolojiyle birlikte savaş araç ve gereçlerinin şekil ve nitelik değiştirdiğini düşünüyorum.

Silah bölümünde beni rahatsız eden bir başka görüntü de muharebeye giren atları korumak için kullanılan 'alın zırhı' oldu. Özellikle 16’ncı yüzyılın ikinci yarısına ait altın kaplamalı tombaktan yapılma zırh başı, salt bir sanat eseri olarak tasarlansa belki hoş görünebilir ama o zırhın altında bir zamanlar bir hayvanın kanlı bir muharebeye sokulduğunu düşünmek bile insanın tüylerini ürpertmeye yetiyor.

O KADINLAR DA ÇOK ÜŞÜYORLAR MIYDI

Bu duygular içinde silah müzesinden çıktım ve Harem’e geçtim. İtiraf edeyim ki, zihnimde canlandırdığım Harem’in taşıdığı ihtişamla, burada beni bekleyen realite arasında büyük bir uçurum olduğunu söylemeliyim.

Çok daha büyük ölçüler, yükseklikler, hacimler ve biraz da şatafat bekliyordum. Tahayyülümdeki Harem’in çok altında kalan, gösterişsiz, büyük bir cihan imparatorluğunun iddiasıyla orantılı olmayan, oldukça sade diyebileceğim bir mekan karşıladı beni. Padişahların odaları ya da Valide Sultan’ın kabul odası olsun fark etmiyor, genel bir gösterişsizlik, sadelik hakim.

Özellikle cariyelerin kaldığı bölüm daha çok bir kervansarayın avlusuna benziyordu.

Bütün bunlara bir itirazımın olduğunu da zannetmeyin. Ama doğrusunu söylemem gerekirse, harem ziyaretim beni daha önceden kendimi kurguladığım şekilde büyük bir tarihi mirasla karşılaşmanın yaratması beklenen etkilenmenin, heyecanın içine itmedi. Nötr bir duyguyla çıktım haremden.

Zaten Harem’in bir müessese olarak beni çok fazla heyecanlandırdığı da söylenemez. Son tahlilde savaş ganimeti olan, esir pazarından satın alınan ya da birileri tarafından hediye olarak getirilen kadınların köle statüsünde zorla alıkonduğu, çalıştırıldığı ve padişahın arzusu olursa kendisine sunulmak üzere hazır bekletildiği bir mekân burası.

Tabii, bugünün kabul gören medeni ölçüleriyle geçmişi değerlendirmenin doğru bir tarihe bakış açısı olmadığı öne sürülebilir. Ama kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, düşünce ve duygu dünyamda bu yazdıklarım dışında bir kıvılcım çıkmadı Harem’de bulunduğum süre içinde.

Zaten çok da fazla kalamadım. Dışarıda kar yağıyordu, keskin bir soğuk Harem’i kaplamıştı. Ayaklarım çok üşüyordu.

Harem’deki kadınlar da çok üşüyorlar mıydı?

Kendimi hemen dışarı attım, doğruca Prof. İlber Ortaylı’nın çalışma odasına sığındım.

Savaş ve öldürmek konu olduğunda insanlık açısından çok büyük bir evrim olmamıştı. Peki kadına bakışta bir ilerleme var mıydı?

SCHNEIDER, RAMPLING VE SARANDON

Görevden kaçmam ama itiraf edeyim ki, 4 YÜZ olarak bugüne dek seçtiğimiz konular içinde en çok zorlandığım başlığın bu olduğunu söyleyebilirim.

Bir dizi nedeni var bunun.

Birincisi, harem geçmişte bir müessese olarak kadın-erkek eşitliğini zaten yok sayan, erkeğin mutlak egemenliği üzerine tasarlanmış bir mekândı. Harem, bugüne geldiğimizde kavramsal düzeyde bile kullanıldığında aynı bakışın mirasını taşıyor, aynı kodları taşıyor.

Çünkü ister reel durum olsun, ister hayal, öykü ya da nazire, merkezde her seferinde bir erkek vardır ve aklından, gönlünden geçen kadınları hareminde misafir etmektedir.

Bu, hiçbir zaman kadınların da tersinden bir modelde sahip olması düşünülen, onlara da layık görülen bir dünya değil.

İkincisi, hiç kimsenin beğenisinin sınırlarına, duygu dünyasına müdahale edemezsiniz. Gelgelelim, bu dünyasının ne kadarını başkalarıyla ve hatta kamuoyuyla paylaşacağı, o kişinin kendi mahremiyle ilgili bir konu.

/images/100/0x0/55eaca9ff018fbb8f896fad7

Bazıları bunu paylaşmak isteyebilir, bazıları da kendine saklı tutmak... Bu, tümüyle insanin mahremiyet alanının içine giren bir konu.

Bu çerçevede benden 10 ya da 20 kişilik bir harem listesi beklemeyin. Böyle bir listem yok, olmayacak... Olsa da söylemem.

Ancak çok sıkıcı biri olduğum gibi bir düşünceye kapılmanızı da istemiyorum. Harem tartışmasının dışında kalarak, hayranlık duyduğum üç sinema yıldızının adını paylaşmakta da bir mahsur görmüyorum.

Bunlardan birincisi Romy Schneider...

Ortaokul öğrencisiyken seyrettiğim ilk filminden beri onun çok güzel bir kadın olduğunu düşündüm ve ölümüne çok üzüldüm. Dün internette fotoğraflarına baktığımda güzelliğinden bir kez daha etkilendim.

İkincisi Charlotte Rampling...

/images/100/0x0/55eaca9ff018fbb8f896fad9

Bazılarının hemen 'Gece Bekçisi' dediklerini duyar gibi oluyorum. Hayır, ben daha çok onun 'Mor Taksi' filmindeki oyunundan çok etkilenmiş ve hayranlık duymuştum. Philippe Noiret ile birlikte oynuyordu. İnsanı delip geçen bakışları vardır.

Üçüncüsü, Susan Sarandon....

O da hep beğendiğim bir aktris olmuştur. Güzellikle aklın buluştuğu iyi bir sentezdir. Ve güzel yaşlanıyor.

 

 

 

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!