Ak Parti’nin arka bahçesi Çukurambar’a sihirli dokunuşlar

Uzun bir süreden beri Ankara’yı teslim alan soğuk hava ve kar, sosyal yaşamı da vurdu.

Hepimiz hiç olmadığı kadar televizyonla haşır neşir olup, zorunlu kalmadıkça dışarı çıkmamaya özen gösteriyoruz. Bu yüzden de yeme-içme ve eğlence sektöründen, hatta AVM’lerden bile elimizi ayağımızı çekmiş durumdayız. Çevreme bakıyorum da güzel bir restoranda yemek yemeyi, kafe ve pastanelerde bir şeyler atıştırmayı özleyenlerin sayısı bir hayli artmış durumda. Belli ki hava şartları normale döndüğünde sosyal yaşama doğru hızlı bir geçiş olacak. İşte bu sebeple rotanızı çizmenize yardımcı olabilir düşüncesiyle bazı alternatifleri köşeme taşımaya karar verdim.
Birazdan aktaracağım işletmelerin kimi kapılarını müşteriye ilk kez açıyor, kimi de alışıla gelmiş dekor ve mönüsünü yenileyip, rekabet piyasasında konumunu güçlendirmeye çalışıyor. Hal böyle olunca da gidilebilecek cazibe merkezlerinin sayısında gözle görülür bir artış oluyor. Sözü daha da uzatmadan başlıkta belirttiğim Çukurambar turumuza başlayalım.
YÜZDE 20’YE TAKVİYE GELDİ
İlk durağım Filistin Caddesi’nde elde ettiği başarıdan sonra Başkent’teki ikinci şubesini Çukurambar’a açan The House Cafe... Bölgenin karakteristik özelliğinden olsa gerek yeni şubeleri, bir hayli büyük ve gösterişli. İtalyan ağırlıklı mönüsü ise oldukça leziz. Şu anda kara teslim olmuş bahçesi ise sıcak havaların vaz geçilmezleri arasına adını yazdırmaya aday.
Mekanın en önemli özelliği ise Ak Parti’nin arka bahçesi olarak görülen ve neredeyse yüzde 80 oranındaki işletmesinde alkollü içecek servisinin yapılmadığı Çukurambar’da içki mönüsünü de müşteriye sunması. Bilmeyenler için hatırlatayım, caddenin ilk işletmelerinden biri olan Big Chef’s hariç, Pelit, Mado, S’lo gibi dev kafelerde alkol servisi yapılmıyor.
JAPON MUTFAĞINDA YENİ CEPHE
Bu arada The House Cafe’ye komşu, yeni açılan Teppenyaki Alaturka Restoran’dan da bahsetmeden olmaz. Japon mutfağının tüm karakteristik özelliklerini sergileyen bu restoranda alkol servisi de yapılıyor. Üstelik iddialı dekoru, eğitimli personeliyle piyasaya hızlı bir giriş yapmış durumda. Teppanyaki Alaturka yarattığı konseptiyle Japon pişirme sanatıyla Türk yemek kültürünü bir araya getirmiş. Anlaşılan o ki Başkentte şubelerini her geçen gün çoğaltan Quick China ile TAO’ya dişli bir rakip daha gelmiş durumda.
Hazır söz geleneksel Japon mutfağından açılmışken uzun zamandan beri aktarmak istediğim bir konuya da değineyim. Hem Teppenyaki’yi anlatmış olayım, hem de Japon lezzetlerini. Yarım yamalak bilgilerle bezenenlerin çok olmasına rağmen hızla büyüyen Japon mutfağı hakkında doğru bilgiler vermenin zamanı geldi de geçiyor. Belli mi olur bu bilgilerden yola çıkarak bazı kişilere küçük bilgelik taslamak işinize yarayabilir.
Öncelikle Japon mutfağı hakkındaki bilgilerimin bu Uzakdoğu ülkesinde bizzat yaşadığım deneyimlere dayandığını belirtmeliyim. Japon Hükümeti’nin davetlisi olarak 12 gün gittiğimde kazanmıştım bu deneyimleri. Neredeyse her gece resmi davetli olarak Japon restoranlara götürülmüş, Sushi’den nefret etme aşamasına getirilmiştim. Sanıyorum yedinci günde karşıma çıkan ilk İtalyan restoranına çöldeki vaha muamelesi yapmıştım. Tabii birçok Avrupa ülkesindeki Japon Restoranlarda harcadığım mesaimi de hesaba katın.
SAĞLIK KADAR SUNUM DA ÖNEMLİ
Japon yemekleri mevsimlere göre değişiklik gösteriyor ve sunuştaki görüntü çok önemli. Japon mutfağının ana özelliği ise çok sağlıklı olması. Japonların uzun ömürlü olması da sağlıklı yeme alışkanlığına bağlanıyor. Balık ve tofu (fermente edilmiş soya fasulyesi) gibi kalorisi düşük gıdalar çokça tüketiliyor. Yemeklerde çok yağ kullanılmıyor. Daha çok haşlama, buharda pişirme, ızgara gibi yöntemler tercih ediliyor. Baharat da fazla kullanılmıyor. Tuz, bazen şeker, soya sosu gibi tatlandırıcılar tercihleri arasında.
4 AYAKLI HAYVANDAN UZAK DURUYORLAR
Türkiye’de ekmek neyse, Japonya’da da pirinç aynı değerde... Yani ekmeğin yerini pirinç pilavı alıyor. Öğlen yemeklerinde genelde makarna çeşitleri ve spagettiye benzeyen “Udon” yeniliyor. Akşam yemeklerinde tercih ise pilav ve çorba yönünde. Hemen hemen her yemekte pirinç pilavı bulunuyor. Yemeklerin ardından tatlı yeme alışkanlığı pek yok. Tatlı daha yeşil çayla birlikte yeniliyor. En yaygını da Azuki (kırmızı fasulyenin haşlanıp şekere batırılmasıyla hazırlanan tatlı). Bunun dışında Wagashi denilen ufak nişastalı şekerlemeler bulunuyor. Konya şekerine benzeyen Wagashi’nin temel özelliği mevsimlere göre şekil ve renk değiştirmesi.
Yaklaşık 200 yıl öncesine kadar dini inanışlar gereği 4 ayaklı hayvanlar yenmediği için daha çok balık, tavuk ve soya fasulyesi gibi bakliyatlar Japon mutfağının temel besinlerini oluşturuyor. Japonya’da balık ve tavuk etinin yanında kırmızı et de bazen kullanılıyor. Ancak kesinlikle koyun eti sofrada yok. Çünkü bu ada ülkesinde koyun eti bulunmuyor. Pastırma kadar ince kesilen dana etini de soslarla ve sebzelerle tavada pişiriyorlar. Haşlanarak hazırlanan çeşidine “Shabushabu”; fondue’de pişirilenine ise “Subiyaki” deniyor.
SAKE’LER HAVAYA VE “KANPAY”
Kızartmalarda mısır özü yağı ve susam yağı kullanılıyor. Ezmesinden sosuna kadar her şeyiyle Japon mutfağının vazgeçilmezi olan soya fasulyesi dışında başka bakliyat çeşidi kullanılmıyor. Yalnızca, barbunyaya benzeyen kırmızı fasulye haşlanıp şekere batırılarak tatlı olarak yeniliyor (Azuki).
Salatalarda sebzeler yalnızca çiğ olarak kullanılmıyor. Sebzelerin haşlanmış olarak da salatada kullanılması yaygın. Salata daha çok mayonezli veya çeşitli soslarla tercih ediliyor.
Japonların milli içeceği pirinçten elde edilen Sake (pirinç rakısı). Eskiden sıcak olarak da içilirmiş. Şimdi şarabın da etkisiyle soğuk olarak içiliyor. Kadeh kaldırılırken, “Kampay (fondip)” deniyor.
HA SUSHİ HA HAMSİLİ PİLAV
Herkesin dilinden düşüremediği Sushi ise aslında sirke, şeker ve tuzla tatlandırılan pirincin şekillendirilmesiyle hazırlanan bir yemek. Eskiden buzdolabı olmadığı için çiğ balıklar bozulmaması için sirke içinde bekletilerek hazırlanıyormuş. Sushi’de tüm büyük balıklar kullanılabilse de özellikle orkinos balığıyla hazırlananlar en makbulü. Bir yerde bizdeki hamsili pilav görünümünde ancak pirincin üzeri çiğ balıklarla kaplanarak hazırlanan çeşitleri bulunuyor. 
BU FIRINDA FİYATLAR BİR İNİYOR BİR ÇIKIYOR
Adına aldanıp, ekmek alıp çıkacağım diyorsanız çok yanılıyorsunuz. Zira Fırıncı Orhan, Türk mutfağından oluşan mönüsüyle hizmet veren restoranın yanı sıra oldukça büyük bir markete de sahip. Markette, gurme, organik ve ithal ürünler satışa sunuluyor. Ürünlere şöyle bir göz gezdirdim de Kastamonu ev yapımı sucuk, Hakkari Yüksekova balı, Mudurnu organik tavuk ve yumurtası, Düzce peyniri derken, farklı farklı lezzetler var. Fırından çıkan ekmeklerde ise hiçbir katkı maddesi yok.
Fırıncı Orhan’da özel bir kasap ve manav reyonu da yer alıyor. İddiaları o ki müşteriyi her çeşit sebze ve meyveyle yılın tüm zamanlarında buluşturuyorlarmış. Her dönem fiyatlar aynı mı diye soracak oldum, o an gözüme kilosu 90 Lira’dan satılan kirazlar takıldı. Meğerse dönemine göre fiyatlar inip, çıkıyormuş. Yani kirazı üç liradan da yiyebilirsiniz, 100 Lira’dan da.
Dev işletmenin bir de restoran kısmı var. Türk mutfağı ile birlikte pide, kebap ve pizza çeşitleri müşteriye sunuluyor. Özellikle kuru fasulye ve pilav, kuzu tandır, bayram kavurma ve sebze yemekleri tercih listenin üst sıralarını oluşturuyor. Gidip, görmenizde fayda var ama seçtiklerinizin dönemine aman dikkat. Mevsiminde yediğiniz, içtiğiniz herşey ucuz ama kışın ortasında yazlık ürün isterseniz cüzdanınız yanabilir.
GERİSİNİ BİZE BIRAKIN DEDİLER SİLVER’İ KAPTILAR    
Medyadan takip etmişsinizdir, Ramada Plaza Ankara’ya Avrupa, Ortadoğu ve Afrika (EMEA) bölgesindeki oteller arasında yapılan senelik kalite değerlendirmesinde “Silver” ödülü, yani “kalite” ödülü verildi. Kriter olarak da konforu, farklı ve modern mimari tarzı, kalite anlayışı, güler yüzlü ve deneyimli personeli değerlendiren kuruluş oteli bu başarıyla buluşturdu.
“Gerisini bize bırakın” sloganıyla başkentlilere yepyeni bir otelcilik anlayışı sunan, Armada AVM’nin yanıbaşındaki Ramada Plaza Ankara’ya yolum hiç düşmemişti. Otelin CEO’su Kemal Erdoğan’la beraber tesisi de tanıma fırsatı buldum ki, iyi ki de gitmişim. Ankara’yı mesken bellemiş biri olarak otelde kalacak halim yok ama giriş katındaki İtalyan restoranı bundan böyle gidilebilecek yerler listeme koydum. Hem dekoru, hem hizmet anlayışı, hem de sunduğu lezzetlerle hoş bir mekan.
OTELİN GENELİ GİBİ O DA GÜZEL
Özellikle havalar ısındığında havuz başında keyifli yemekler yiyebilirsiniz ki, kışlık bölümü de çok güzel. Denemedim ama otelin SPA merkezi de büyük rağbet görüyormuş. Spor ve bakımını yapanlar daha sonra soluğu bu restoranda alıyormuş. Kemal Bey’in dediğine göre SPA merkezine çok para harcanmış ki, otelin gezdiğim diğer bölümlerinde harcanan bu para kendini gösteriyor. Lobi, odalar, sosyal alanlar derken iç dekorasyon fikir edinebilecek kadar güzel. Güzel olan birşey daha var ki o da fiziği kadar kişiliğiyle de dikkat çeken otelin marka yöneticisi Gül Gürpınar. İstanbul Hillside’daki yöneticilikten ayrılıp Ankara’daki Ramada Plaza’yı tercih etmesi ise şaşırtıcı gelse de, anlıyorum ki yaratılan yeni konseptin büyüsü onu da etkilemiş.
Yazarın Tüm Yazıları