GeriSeyahat İyi Seyirler Tanrıçası’nın yarımadasına güz yolculuğu
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
İyi Seyirler Tanrıçası’nın yarımadasına güz yolculuğu

İyi Seyirler Tanrıçası’nın yarımadasına güz yolculuğu

Zamansız yapılan yolculukları severim. Özellikle yazlık beldelere, kış başlangıcında gitmekten çok keyif alırım. Bu mevsimde bir sessizlik, yalnızlık, hüzün çöker oralara. Yemekler daha lezzetli olur, verilen selamlar daha gerçektir, fiyatlar can yakmayacak düzeye iner. Gün batımında ufuk daha çok renge boyanır, bulutlar şekilden şekile girer. Gül parmaklı güneş bile insafa gelip, yazın kavurduğu sokaklara, koylara, kumsallara ılık ışıklarını gönderir.

Hatta gölgeler, biraz ürpertir. Çünkü meydan poyraza kalmıştır. Deniz poyrazı sever, lodos estiğinde olduğu gibi köpük köpük sahile vurmaz, durgun, serin sularıyla dibinde yatan taşları, kumları, balıkları ayna gibi yansıtır.
Zamansız yolculukların hedefindeki yerlerde sadece dalga sesleri, kuşların cıvıltısı, bir de köpeklerin tembel havlamaları duyulur. Bu mevsimde diğer bütün sesler susar. Geçen hafta tüm bunları yaşamak için Datça ve Bodrum’a doğru bir yolculuğa çıktım. Ekimde tekneyle yaptığım deniz yolculuğunun tadı damağımda kalmıştı. Bu kez sonbaharın son renk cümbüşünü görmek istiyordum. Onun için tüm bu yolu otomobilimle katettim.

Aslında Bodrum yolu artık pek korkutucu ve yorucu değil. İstanbul’dan neredeyse Marmaris’e kadar çift yol. Çift olmayan bölümler ise üç şeritli. Yani, yavaş bir kamyonun arkasına takılıp, sabırsızlanmıyorsunuz.
Yollar sakin, manzara çok renkli. İnsan kendini, bir tablonun içinde yolculuk edermiş gibi hissediyor. Karacabey civarında renkler daha da coşuyor. Buradan geçerken her zaman iki şey dikkatimi çeker. İlki, yol kenarındaki Kangal ve Akbaş köpeklerinin dev tabelalarıdır. Bu sefer de o tabelaları gördüm. Her seferinde durup, bu üretim çiftliğini gezmek isterim. Ama hiç bir zaman yapmam bunu. Bilirim ki, çiftlikten çıkarken otomobilimin arka koltuğunda yavru bir köpek olacak. Anadolu bozkırlarının bu özgür köpeğinin, İstanbul’da mutsuz olacağını da bilirim. Onun için almaya kıyamam. Bu kez de oradan geçerken aynı hisler uyandı içimde. Ama yine geçtim gittim, güzelim köpeklerin ürediği çiftliğin önünden.
Karacabey’den geçerken, yol kenarından itibaren uzanan uçsuz bucaksız haralar da ilgimi çeker. Yan gözle, burada yelelerini uçura uçura koşuşturup duran, yakışıklı yarış atlarını seyrederim. Bu geçişimde sadece bir iki tane gördüm. Diğerleri kim bilir hangi hipodromda, bitiş noktasına doğru, ağızlarından köpükler saçarak koşuyorlardı?

AĞIZ SULANDIRAN YOLCULUK

Mustafakemalpaşa’dan geçerken, Kemalpaşa tatlısını düşünüp ağzımın sulanmasını engelleyemiyorum nedense. İlçenin tabelasını görünce, gözümün önüne yine üstünden şerbetler akan muhteşem tatlı geldi. Neden durup yemiyorum ki? Toparlak iki masum tatlının ne zararı olabilir?
Sorularımın yanıtını düşünürken kendimi Susurluk’ta buldum. Sağlı sollu sıralanmış tostçuları, arasında teneke tulumunun eridiği ekmekleri, üstünde köpüklerin kabardığı ayranları görmezden geldim.
Balıkesir’den sonra Akhisar göründü. Yolun iki yanına kurulmuş tezgahlarda sarı sarı Kırkağaç kavunları sıralanmıştı. Onların ne kadar lezzetli olduğunu iyi bilirim. Burada durmamazlık edemedim. Bir yerlere asıp, kış masalarında kesmek için üç tane kavun aldım.
Pamuk tarlaları, kar yağmış gibi beyaz beyazdı. Rengarenk şalvarlarıyla iki büklüm kadınları gördüm bu pamuk tarlalarında. Onları daha sonra patates, soğan toplarken de gördüm. Yol boyu tarlalarda hep kadınlar vardı.
Manisa’dan geçişim de hiç kolay olmadı. Manisa kebabını yemeden geçip gitmek, yüksek irade gücü gerektirir. Kömür ateşinde cızır cızır pişen uzun köftelere, onların yağıyla ıslatılmış pidelere, üstüne dökülen tereyağının kokusuna aldırmadan Manisa’yı geride bırakmak, insanın vicdanını sızlatır. İzmir’e uzanan kıvrımlı yolda ilerlerken, vicdanımın isyan ettiğini hissettim ama yenilmedim, gaza basmaya devam ettim.
O ara aklıma Spil Dağı’nın zirveleri geldi. Yaz başında gezdiğim, Manisa’ya bir kuş gibi baktığım, hatta uzaklardaki İzmir Körfezini gördüğüm yüksek yaylalardaki rüzgarı hatırladım. Bu yükseklikteki yalnızlıkta bir evimin olmasını arzuladığım da aklıma geliverdi birden.

KARŞIMDA MAVİ GÖKOVA

Tanrıya şükürler olsun ki, yol İzmir’in çevresinden dolaşıp gidiyordu. Merkezine girsem bir daha çıkamazdım. En yakın dostlarıma “merhaba” demeden, Kordon’da birkaç kadeh rakı içmeden, boyozlu, yumurtalı kahvaltı etmeden, söğüşlü dürüm yemeden, taze dökülmüş lokmaların tadına bakmadan, bir kumru kaçamağı yapmadan İzmir’i geride bırakmanın ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirsiniz sanırım!..
Aydın’a kadar görüntüler hızlı hızlı aktı gitti. Aydın’dan Çine’ye giderken, çöp şiş ilanları sıra sıra görüntüye girdi. Gözümün kestiği birinde durdum. Acıkmıştım, irademe daha fazla işkence yapmanın anlamı yoktu. Çöp şişler beklediğim gibi çok lezzetliydi.
Muğla’yı geçip, Sakar geçidinden inmeye başlayınca, Gökova Körfezi tüm maviliğiyle görüntüyü kapladı. Körfezi kuşbakışı gören kahvede manzara molası verdim. Uzakta, Datça Yarımadası, mor renkli pusun arasından hayal meyal görünüyordu. Manzarada hiç ses yoktu, telaşsız ve davetkar masmavi bir Gökova, yemyeşil bir ova... Akyaka’ya sapmadan edemedim. Gökova’nın bittiği yerdeki bu küçük koyu oldum olası severim. Ağaçlar arasındaki, iki, üç katlı evlerin çoğunun kepenkleri kapalıydı. Sazların arasından denize doğru akan deredeki ördekler beni tanımadı. Halbuki daha bir kaç ay önce, derenin içindeki bir masada otururken, etrafıma toplanıp, benden ekmek istemişlerdi.

DATÇA’NIN ISSIZ YOLLARI

Marmaris’te bildik kalabalıkla karşılaştım. Burası artık hiç tenhalaşmayacaktı anlaşılan. Yaz da kış da fark etmiyordu bu kente benzeyen ilçede. Datça’ya saptım. Kıvrım kıvrım bir tırmanıştan sonra zirveye varınca, kendimi yine bir yalnızlığın ortasında buldum.
Datça Yarımadasının içine doğru giden yol, kah Gökova Körfezine, kah Hisarönü Körfezine yakın ilerliyordu. İki körfez de sanki güzellik yarışındaydı. En güzel mavi, en güzel koy, en yeşil orman bende der gibi bir havaları vardı.
Yarımada’nın en dar yeri olan Balıkaşıran’dan sonra Gökova görüntüden çıktı. Burası Datça Yarımadası’nın en dar yeridir. Bir tarafta Balıkaşıran, diğer tarafta ise Kayıkaşıran koyları vardır. Antik dönemde Datça’da yaşayanlar, kendilerini Harpagos komutasındaki İran ordusunun saldırılarından korumak için, bu koyların arasını kazıp, yarımadayı karadan koparmak istemişlerdi. Ünlü tarihçi Herodotos bu olayı şöyle anlatmıştı:
“Bütün Knidos toprağı, ince bir kıstak (şimdiki Balıkaşıran) dışında suyla çevrilidir. Harpagos, İonia’ya indiği zaman Knidoslular, aşağı yukarı 5 stadeion (yaklaşık 900 metre) genişliğindeki bu kıstağı kazmaya başladı. Çünkü yurtlarını ada haline getirmek istiyorlardı... Pek büyük insan emeği harcandı bu iş için, ama başlarına görülmemiş bir olay geldi; İşçiler taşları kırarken çeşitli yerlerinde ve en çok da gözlerinde inanılmaz büyüklükte yaralar açılmaya başladı. Delphoi’ye elçiler gönderip bu nedir, diye danıştılar. Delphoi’deki Apollon Tapınağının baş bilici kadını Pythia şu cevabı verdi: ‘Kıstak ne kale ister ne de kazılmak / Zeus isteseydi bu kayayı ada yapamaz mıydı?’
Bunun üzerine Knidoslular işi bıraktı. Harpagos geldiğinde çarpışmadan teslim oldular.”

KOCA ŞAİRİN KAHVESİNDE

Döne dolaşa otelimin bulunduğu Eski Datça’ya vardım. Benim gibi kış gezgini bir kaç kişinin dışında etrafta kimsecikler yoktu. Taş döşeli sokaklar köpeklere kalmıştı. Evleri sarıp sarmalayan mor begonviller, rüzgarın önünde uçuşuyordu. Issız sokaklar mor, eflatun, beyaz yapraklarla örtülmüştü. Eski Datça, yaz aylarında da pek tıklım tıkış olmazdı zaten.
Otomobili park ettikten sonra girişteki kahveye oturdum. Burası Can Yücel’in kahvesiydi. Günün büyük bir bölümünü burada geçirirdi. Bir Datça aşığı olan Can Yücel’i anmanın tam sırası ve yeriydi. Şöyle demişti koca şair bir sabah:
“Açtım ki gözlerimi sabah olmuş Datça’dayım / Ergen ışıklarla karşımda erguvana kesmiş / Gocadağ / Tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya /
Dağ keçileri düzlere kaçmış olmalı.”
Yüce şairin şerefine birkaç kadeh kaldırdıktan sonra, kimsesiz yokuşlardan birinin tepesindeki taş evde odama sığındım.

DATÇA COŞKUSU

Tanrı, uzun ömürlü olmasını istediği kullarını bu yarımadaya bırakırmış. Ben antik dönem coğrafyacılarının yalancısıyım. Aslında kokusu, havası, denizi, bademi, balı, üzümü, kekiği, ormanı, çiçekleriyle sarmaş dolaş olduğunuzda, her goncayı teker teker kokladığınızda, gerçekten de içinize bir yaşam coşkusu dolduğunu hissedersiniz. Aslında bu Datça coşkusudur. İnsana ömür aşılar.
Bunun için bir kez daha gelmiştim Datça’ya. Datça’da ne mi yaptım? Cevabı basit: Issız koylarda dolaşıp, sessizliğin ve yalnızlığın tadını çıkarttım.
Sabah erkenden yola koyuldum. Bir virajı dönünce gözlerim aşağıdaki çivit mavisi denizle çarpıştı. Kıyıdaki Mesudiye’yi bir süre tepeden seyredip hasret giderdim. Geçen gelişimde de burada durmuş, uzun uzun bakmış, kuş olup denize doğru süzülmek istemiştim. Yine aynı duygularla dolup taştım. Öğrendiğime göre Yarımada’nın iki yüzünde tam 52 tane koy vardı. Ege’ye bakan tarafta Gökçeler Bükü, Küçük Çatı, Çatı, Kızılağaç, Alavara, Çakal, Damlacık, Mersincik, Murdala ve İskandil, Akdeniz’e bakan tarafta ise Palamut Bükü, Akvaryum, Ova Bükü, Hayıt Bükü, Kızıl Bük, Domuz Bükü, Kargı, Karaincir, Sarı Liman, Kara Bük, Çiftlik, Kuruca Bük, Günlücek, Lindos sıralanıyordu.

DATÇA’NIN CENNET BÜKLERİ

Hepsini gezmeye zamanım yetmezdi. Onun için önce Mesudiye’ye inip, müşterisi olmayan bir kahvede demli çay içtim. Sonra Ova Bükü’ne, Hayıt Bükü’ne gittim. Kıyı kıyı giden yolu izleyip Palamut Bükü’nde uzunca bir mola verdim. Yazdan kalma bir plastik şezlonga uzanıp, dalgaların ninnisini dinledim. Poyrazın serin esintisiyle ciğerlerimi doldurdum, güneşin ılık ışıklarıyla kendimden geçtim.
Datça Yarımadası’ndaki iki günlük aylaklığımı Knidos ziyaretiyle noktaladım. Oraya gittiğimde, Ege’den kopup gelen rüzgar ıslıklar çalarak antik kentin taşlarını dövüyordu. En uç noktada, Ege ile Akdeniz’in kucaklaşmasını seyrettim. Daha sonra küçük bir dükkanda, hatıra eşya satmak için müşteri bekleyen kıza ve kimseye bilet satamayan bekçiye veda edip, beni Bodrum’a götürecek feribotun yolunu tuttum.
Bodrum’a da kış yalnızlığı basmıştı. Dükkanlar, barlar kapalı, sokaklar sessizdi. Her yerde bir yaz yorgunluğu gözleniyordu. Bodrum’da, üç gün Bitez manzaralı evde oturup, kah hayaller kurdum, kah kitaplar okudum. Gökyüzünü bir tül gibi örten bulutları izledim. Onlardan çeşitli şekiller çıkardım. Dolunayın bulutlarla oynamasını seyrettim.
Dönüş yolunda, zamansız yolculukların beni daha çok mutlu ettiğine karar verdim.

Datça’nın gururu KNİDOS

Reşadiye Yarımadası’nın en ucundaki bu antik kent, Datça’nın gururuydu. Halikarnas Balıkçısı bir yazısında burayı şöyle anlatmıştı:
“Oraya vardığım ve gözlerimi çevremde gezdirdiğim zaman şaşkınlığım büyüktü. Fakat, şaşkınlığım ne denli büyük olursa olsun, oranın güzelliği daha da büyüktü.
Knidos yıkıktır, ıssızdır, yakınlarında ne bir köy ne de bir insan vardır. Fakat yaşayan bir kentten daha canlı, daha anlamlı ve derindir. Çağ çağı siler, zaman zamanı söndürür. Ama burada çağların silinmeyeceği, zamanların söndüremeyeceği bir güzellik var. Burası harabe değil cennet yıkıntısı...
Şimdi harabenin çatlak duvarlarının, kulelerinin, çökmüş surlarının, devrilmiş sütunlarının üzerinde güzellik gururunun, yalnızlığın ışığı parlıyor. Kalabalık ev yıkıkları arasından bembeyaz yolları ağararak yokuş yukarı süzülüyorlar...
Mermerler sanki binlerce yılın gurup ve şafaklarının pembesini eme eme, utanan gelin yanağı gibi kızarmışlardır. Buradaki
mermerlerin en iyi ve en sağlamlarını Sultan Aziz, vapurlar dolusuyla İstanbul’a taşıtmış, onları kestirip bitirmiş ve ziyafet pastasına benzeyen Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır.
Çağlar geçmiş, devletler yükselip yıkılmış, savaşlar kazanılıp yitirilmiş, gürültüler olmuş fakat Knidos bağırmamış, seslenmemiş, hep sessizliğe bürünmüştür. Burada ne Hayyam’ın kumrusu ne de Firdevs’in baykuşuyla örümceği var! Ancak bembeyaz bir Knidos, geniş bir özgürlük ve derin bir sessizlik var...”

ÇIPLAK TANRIÇA

Balıkçı’nın tarif ettiği sessizlik içinde, yıkıntıların arasında dolaşıp duruyordum. Ama herkes gibi benim de aklımda fikrimde çıplak tanrıça Afrodit vardı. Knidoslular Apollon’a değil, “İyi Seyirler Tanrıçası” adını verdikleri Afrodit’e tapıyordu. Onun için kentin batı ucuna bir tapınak yaptırmışlar ve buraya tanrıçanın çıplak heykelini dikmişlerdi. Tarihçilere göre o heykeli yaptırabilmek için Bithynia Kralı Nikomedes kentin tüm gelirini ortaya koymuştu.
Heykel öylesine etkileyiciydi ki, Roma İmparatorluğu döneminde tüm sanatseverler bu heykeli görebilmek için akın akın Knidos’a geliyordu.
Çıplak heykelde Afrodit’in bir eli aşağıya doğru uzanmış, önünü kapatmıştı. Diğer eli yine aşağıya, yana uzanmakta ve bir havlu tutmaktaydı. Tanrıça bu duruşuyla banyodan veya denizden çıkmış güzel bir kadını canlandırıyordu. Çıplak kadın heykelleri arasında tümüyle çıplak ilk heykel olduğuna inanılan bu eseri yapan Praksiteles, model olarak metresi, güzel saray fahişesi Phryne’ni kullanmıştı. Bir başka söylenceye göre ise Phryne bir rahibeydi. Güzel kadın, Eleusis yortusu gününde, sahilde toplanan 20 bin kişinin gözünün önünde çırıl çıplak soyunup denize girmişti. Onu bu halde gören Praksiteles, “Böylesine güzellik bir insanda olamaz. Bu kadın gerçek Afrodit” diyerek onun heykelini yapmaya karar vermişti. Bu efsanevi heykel, tüm aramalara rağmen hâlâ bulanamadı. Heykelin, çok tanrılı inanç tapınaklarını kapatan imparator Theodosius döneminde İstanbul’da görüldüğü, 475 yılındaki bir yangında yok olduğu söylentisi yaygın.

False