Tekin Aral

Yine nisan geldi. Nisan demek hüzün demek, diğer aylarda hüzün yok mu; var elbette ama nisan daha fena işte.

Haberin Devamı

Bir nisan ayı babacığımı ebediyete yolladık, bir nisan ayı tüm hayatım değişti, en büyük gözyaşlarımı, haykırışlarımı, çaresizliğimi bir nisan ayında yaşadım.

 

On iki sene evvel, bir nisan ayında ilk kez baharın gelişini göremedim, güneşin gülümsemeye başlaması ilk kez içimi ısıtamadı.

 

Yine gelmiş nisan, her geldiğinde de acısı hep ama hep aynı. Bugün izninizle köşemi babacığıma bırakıyorum.

 

Aşağıda babamın 1998 yılında yazdığı, birkaç farklı gündeki yazılarından seçtiklerimi okuyacaksınız. Aradan tam 13 yıl geçmiş ancak Türkiye’de maalesef pek bir şey değişmemiş. Yazılara bugünkü tarihi koysak, kimse eski olduklarını fark etmeyecek sanki.

Haberin Devamı

 

En sonda da 1999’da yazdığı son yazılardan birini okuyacaksınız.

Aşağıdaki karikatür de babamın, neredeyse otuz küsur senelik.

 

Tekin Aral

 

TRAFÄ°K CANAVARININ DA CANI VAR

 

Gariban ‘‘Trafik Canavarı'' televizyonların sanki artık kadrolu elemanı oldu...

 

Her Allah'ın günü ekranlara gelen kan revan içindeki, insanların telef olduğu o bitmez tükenmez trafik kazalarının tek sorumlusu ‘‘bizim ‘‘Trafik Canavarı...''

 

 

Yahu bu Trafik Canavarı kimdir?.. Van Canavarı gibi kuyruklu mudur, yoksa kuyruksuz mu?..

 

O haber bültenlerini okuyan haber sunucusu arkadaşlar artık bu iç bayıltan laftan sıkılmamış mıdırlar?..

 

O haber bülteni metni önüne gelen haber müdürü, resmen bir geri zekâlı buluşu olan o Trafik Canavarı tanımlamasını hala bıkıp usanmadan niye ekranlara iteler...

Haberin Devamı

 

O kazaya neden olan af buyurun şoför zepevenkinin bu işte hiç mi suçu yoktur?..

 

Bu kazalara neden olan yolları yapamayanlar, caydırıcı kuralları, cezaları koyamayanlar, bir ‘‘Trafik Canavarı'' numarasıyla bu işten nasıl yırtarlar ki?..

 

Bu işin bu kadar sorumlusu, sorumsuzu varken biz bulmuşuz bir gariban Trafik Canavarı'na verip veriştiriyoruz...

 

Günün birinde bir trafik kazasında bu Canavar'ın da başına bir şey gelse bakalım o zaman ne halt edeceksiniz?..

 

(Yukarıdaki karikatürde Canavar ve ailesi görülüyorlar...)

 

YAKMA BÄ° SÄ°GARA

 

Televizyonlarda daha çok geceyarıları ekrana gelen ve belli ki biraz da kanun gücüyle yayımlatılan ‘‘Sigaranın Zararları'' adlı bir film var...

Haberin Devamı

 

Film bayağı da uzun olduğundan, sanki başlıbaşına bir televizyon programıymış gibi, gazetelerin, dergilerin program akışlarını yayımlayan sayfalarına bile girmiş durumda...

 

Beni geceleri pek uyku tutmadığından, yani biraz gecekuşu olduğumdan, gecede üç beş defa bu sözümona eğitici filme rastlıyorum...

 

 

TEMCÄ°T PÄ°LAVI

 

Televizyon haberlerinde aynı görüntüyü temcit pilavı gibi defalarca ekrana getirme, biz izleyenleri hafif geri zekalı yerine koyup ‘‘Bakın siz bu gördüğünüzün ne olduğunu gene anlamamışsınızdır... Şimdi otuzikinci kez tekrar gösteriyoruz...'' saçmalığı sürüyor...

 

Tabii bu aslında, zaman doldurmak için bol çene konuşmak zorunda olan spikeri, elde destekleyecek görüntü malzemesinin olmamasından kaynaklanıyor...

Haberin Devamı

 

Geçen gece, bizim sevgili Türkiye'nin Hakan'ının fuhuş yaptıkları iddiasıyla yakalanan mankenleri ekrana getirdiği bir haberi vardı...

 

Döne döne aynı mankenleri o kadar çok ekrana getirdi ki, o olayda sanki 2500 manken yakalanmış gibi oldu...6 Eylül 1998

Film o kadar sıkıcı ki, örneğin ben sigarayı bırakalı oniki yıl oldu, bu filme kendimi biraz kaptırsam, sıkıntıdan her an sigaraya başlayabilirim...

 

Zaten film öyle yapılmış ki... Kahvelerde oyun oynarken sigara tüttürenleri... Bilimum kapalı yerlerde sigara içenleri, o dumanlı havayı falan gösteriyor...

 

Güya sigara içenleri sigarayı bırakmaya teşvik ediyor ama, sigarayı bırakanlar da ‘‘Ah lan herife bak ne biçim tüttürüyor...'' deyip adeta eski dumanlı günlerine dönmeye teşvik ediyor...

Haberin Devamı

 

Bir de bu filmlerde sigaraya henüz başlamamış ama gençliğin raconu olarak her an başlayabilecek gençleri etkileyebilecek bir şey yok... Ekranda sürekli genç insanın seyretmeyeceği, bıyıklı sakallı birtakım adam görüntüleri var... Bu filmler kimlere yaptırılıyor bilmiyorum ama, herhalde bu işin bir bütçesi falan var...

 

O zaman asıl önemli olan gençlere, dahası çizgi filmler yoluyla çocuklara ulaşan daha aklı başında kampanyalar yapın da, hiç değilse bir işe yarasın...30 Ağustos 1998

          Â

Â

 

EKMEK DAVASI

 

Ekmek, evimize getirdiğimizde pişirmediğimiz ve yıkamadan yediğimiz hemen hemen tek şey... Ve de temel gıdamız...

 

Sağlık koşullarına en uygun biçimde üretilmesi ve de satılması gerekiyor...

 

Ama gelin görün ki, oldum olası bu memlekette en pis, en süfli koşullarda üretilen şey ekmektir... Arada bir adet yerini bulsun kabilinden belediye ekipleri üç beş fırını denetler... Fırıncıları sağlıksız koşullarda ürettikleri ekmekler nedeniyle onbeş dakika tek ayak üstünde cezaya koyar... Sonra da her şey eski hamam eski tas sürer gider...

 

Ama ekmek konusunda titizlenmeyen yalnızca fırıncılar değildir... Bu konuda cart curt ederiz ama, sağlıklı koşullarda temiz ekmek yemek aslında bizim de umurumuzda değildir...

 

Bakkaldan alacağımız tek ekmeği kavun karpuz seçer gibi elli ekmeği mıncıklamadan almayız... Hepimizin evine götürdüğü her ekmeğin üzerinde en az yirmi kişinin parmak izi vardır...

 

Şimdi yetkililerle fırıncılar arasında bir poşet savaşı başladı...

 

Devlet Bakanı Mustafa Taşar da görünene göre bu ekmeğin poşetle satılma işine baş koydu...

 

Ama daha ilk günden anlaşıldı ki, bu karar fırıncıların ipinde değildir ve de bu iş yürümeyecektir... Zaten altyapısı oluşturulmamış, hazırlığı yapılmamış bir işin de yürümesinin mümkünatı yoktur...

 

Televizyoncuların bu konudaki haberlerinde izliyorsunuz... Üstübaşı pislik içinde birtakım fırın işçileri gırgır geçerek sözümona fırınlarda ekmek poşetliyorlar...

 

Yahu sayın Bakan, o ekmekler üçotuz paraya çalıştırılan, iki ayda bir kere yıkanan o işçilerce, o mezbeleliklerde yapıldıkça, sen ekmeği poşetlesen ne olur, poşetlemesen ne olur?..

 

Ben senin yerinde olsam ekmekleri değil, o ekmeği yapan adamları poşetlerim...

 

Ayrıca bırak, ekmeklere de fazla dokunma. Ekmeklerden çıkan çorap, çivi, çengelli iğne vs. gibi şeylerin şu pahalılıkta vatandaşa bayağı desteği oluyor...25 Ağustos 1998

 

 

ANTİKA 

Bir tarihte ‘‘Antika'' işine kafayı fena takmıştım... Zaten bu Antikacılık bizim ulusça geleneğimizde vardır...

Öyle olmasa neredeyse yarım yüzyıl Demirel'ler, Ecevit'ler, Sezgin'ler vs.'ler hala tepemizde olmazlardı...

Benim bu takıntım, bir tarihte evdeki koltuk sehpa üçbeş parça eşyayı yenilememle başladı...

Yeni koltuk, sehpa, sandalye vs.'yi yerlerine yerleştirdik... Eskilerini de bir eskici çağırıp satmak üzere salonun bir yanına koyduk...

Eve gelen eskiciler, eşyalara o günün parasıyla yüzbin lira civarında bir para verince de sevinçten neredeyse havalara uçtuk...

Ama bu yüzbin kağıdı eski eşyalara değil de, güçbela denkleştirip birkaç milyona aldığımız yeni eşyalara verdiklerini öğrenince, fenalık geçirip, herifleri boğazlamaya kalktım...

Eşyaları satmak için birkaç eskiciyle daha cebelleştim... Ama herifler sonunda beni üste para verecek duruma getirdiklerinden alayını ittiredip eşyaları satmaktan vazgeçtim...

ANTÄ°KACI OLUYORUM

Sonra bu işleri iyi bilen çocukluk arkadaşım Özcan'ın önerisiyle birgün eşyaları bir kamyonete yükledik, ünlü Üsküdar Bitpazarı'na götürdük...

Özcan kamyoneti bir dükkanın önünde durdurdu... Eşyaları aşağı indirtti...

Dükkan sahibi geldi göz ucuyla önce şöyle bir eşyalara baktı...

‘‘Eşyalar kimden kalma?..'' diye sordu...

Ben de saf saf ‘‘Valla bizim çocuklardan kalma... Üstünde tepinip hepsini paraladılar, kala kala bunlar kaldı...'' dedim...

Meğer herif ‘‘Kimden kalma?..'' derken, yani ‘‘Hangi Paşa'dan'' ya da ‘‘Saray Erkanı vs.'den kalma?..'' demek istermiş...

Tepem attı... Özcan'a dönüp, ‘‘Bunların hepsi bu zepevenke benden kalma olsun...''dedim yürüdüm gittim...

Ama o gün Üsküdar Bitpazarı'nda dolanıp gördüğüm bir alay eski eşya ilgimi çekti... Merak da ufaktan böyle başladı...

Bizim Özcan zaten antika hastasıydı... Üstelik bu işlerden iyi de anlıyordu...

Bir süre o antikacı senin, bu bitpazarı benim bizim Özcan'ın ardında dolanıp durdum... Sonra da ufaktan kendim turalamaya başladım...

Kaçamaklar yapıp, çaktırmadan İstanbul'daki antikacıları, bitpazarlarını dolaşıyor kafama göre yükte hafif, parada ağır, daha doğrusu cepteki paraya göre ucundan kenarından ne bulursam topluyordum...

Birgün eve eski tahta bir kuş kafesi ve bilmemne köşkü yangınından kalan sekiz tane kocaman paslı temel çivisiyle dönünce karım İnci oturup için için ağlamaya başladı...

Bu işten vazgeçmeyi ilk o zaman düşündüm ama, bu işten sıyrılmama asıl başka bir olay neden oldu...

Bir pazar sabahın köründe Özcan geldi eve...

Cepte, evde ne var ne yok toparla resmen vurguna gidiyoruz...'' dedi...

MÃœZAYEDE

Çamlıca'da eski bir konakta tarihi değeri yüksek eşya satışı varmış... Satışı yapacak eski ailenin bu işlere pek aklı ermediğinden, satıştan doğru dürüst de kimsenin haberi yokmuş...

Özcan'la Çamlıca'ya gittik... Sözü edilen yer gerçekten yıkık dökük küçük bir konaktı... İnsan burada birilerinin oturduğuna zor inanırdı...

İçerisi pek kalabalık değildi... Bizden başka sekiz on kişi daha vardı...

Eşyalar, harap evin duvarları delik deşik salonunda toplanmıştı... Zaten pek fazla da birşey yoktu ama, mevcut eşyaların gerçekten çok kıymetli parçalar olduğu belliydi...

İşin en ilginci salonun baş köşesinde oturan, çok yaşlı bir kadındı... Başörtülü, üzerinde işlemeli eski bir elbise bulunan kadının her halinden Osmanlılık akıyordu...

Derken satış başladı...

Mallar da kısa sürede kapış kapış gitti... Her bir parça satıldığında, yaşlı kadın hepimize düşman gibi bakıyor, eliyle bir takım işaretler yapıyordu...

Belli ki, o dede, baba yadigari eşyalarının satılmasını kabullenemiyordu...

O günkü müzayedede bizim Özcan'ın deyişiyle talih kuşu benim tepeme kondu... Cepte ne var ne yok imanına kadar verdim ama, saray eskisi iki kilimle bir ibrik kaldırdım...

Özcan ise tomarla para döktürüp, ihtiyar kadının paşadedesinin yaptığı iki adet kuş tablosuyla, üç tane halıyı kaptı...

Kısa günün karıyla o gün sevinçten ayaklarımız kıçımıza vura vura malları yüklenip evlere döndük...

Ben evin kapısından savaştan ganimetle dönen savaşçı gibi girdim...

Zamanında zorbela aldığımız bir iki parça halıyı kaldırıp yere tarihi kilimleri serdim... Eve gelip giden oldukça da kilimlere dikkatlerini çekip kasım kasım kasıldım...

Ama bizim işin ne kadar ‘‘antika'' bir iş olduğu bir gün bizim Özcan'ın telefonuyla ortaya çıktı...

Gene bir pazar günü akşamı bizim Antika uzmanı Özcan aradı...

Biraz kemküm ettikten sonra ağlamaklı bir sesle, ‘‘Yahu bugün ne oldu biliyor musun?..''dedi. ‘‘Yeşilyurt'ta çok eski küçük bir konakta bir müzayede vardı... Koşturup gittim... Birbirinden değerli bir alay şey neredeyse yok pahasına satılıyordu... Satanlar da eski bir Osmanlı ailesiydi... Birden salonun baş köşesinde oturan başörtülü, o eski kaftanlı ihtiyar kadını görünce dünyam karardı, ne biçim bir ketenpereye geldiğimizi o zaman anladım... Kadın Çamlıca'da seninle gittiğim o müzayededeki kadındı...''

Bizim antikacı Özcan güya üçkağıdı anlamış ama, o son tezgahta bile anlayana kadar bizimkine iki tombak, iki de sedef kakmalı sehpa kakmışlar...

Orda burda kiraladıkları eski evlerde müzayede yapan bu takım bizim antika üşütüklerini düdükleyen bir ‘‘Antik Çete'' imiş meğer...

İşte bu antika delgasını ossaat bıraktım...

AMA NEYLERSÄ°N KÄ° KADER

Şimdi bu Antika işine epey bir süredir büyük kızım Ayşe kafayı sardırmış durumda...

Evine girdiğinde ev depremden çıkmış gibi bir alay çatlak, kırık çanak çömlekle dolu...

Nereden toparlayıp eve doldurduğuna hala akıl erdiremediğim bir alay ıvır zıvır arasında Ayşe'nin kendisi de bana bazen kazılardan çıkmış gibi geliyor...

Örneğin evindeki o eski koltuk vs. öyle eğreti duruyor ki, sanki otursan sırtüstü yere yapışacaksın...

Bazen bir bardak su istiyorum... Su öyle bir toprak kasede geliyor ki, adam kendini su içen Ramses gibi hissediyor...

Neyse bunca kişi ardına düştüğüne göre demek ki bu ‘‘Antikacılık'' iyi bir iş...

Ama antikanın eşyasına ilgi duyacak, yazının başında söylediğim gibi ‘‘adam'' kısmına yüz vermeyeceksin...

Bu son cümle belki biraz klasik oldu ama n'apim klasik çok zaman en doğrusudur...10 Ocak 1999

Tekin Aral

Yazarın Tüm Yazıları