Geçmişine sözle sahip çıkanlar ve herşey dahili yanlış anlayanlar

10 Haziran 2007 tarihinde “Ankara’nın en pahalı arsası ve...” başlığıyla bir yazı kaleme almıştım. Bugün bakıyorum da benim bu haberi olduğu gibi yansıtıp, üzerine “Özel Haber” logosu koyarak yeniden piyasaya süren gazeteler var.

Gerçi beni ilgilendiren kısmı eskiyi yeni gibi lanse edenler değil, yıllar geçse de birazdan aktaracaklarıma kulak asmayanlar. Sonra da geçmişine sahip çıkıyormuş gibi yapanlar... Biraz kısaltarak o günlerde köşemden sizlere aktardığım konuyu bir kez daha yayınlıyorum.
Bu arada söz Adnan Menderes’in oğulları Yüksel ve Mutlu’dan açılmışken, önemli bir konuya da değineyim. Doğru Yol Partisi, kendini fes edip Demokrat Parti adını aldı ve geçmişine sahip çıktı. Yani, Adnan Menderes ile başlayan köklerine geri dönüp, yeni dönemi açtı. Ancak, gel gör ki, mirasın önemli parçalarından birini oluşturan Yüksel ile Mutlu Menderes’in ebedi uykularına yattığı mezarlara aynı hassasiyeti göstermedi. Bugün Adnan Menderes’in iki oğlunun mezarları, bakımsız halleriyle görenlerin içini burkuyor. Hatta, mezarlık müdürlüğünün kayıtlarına göre Yüksel Menderes’in adresi olarak yapılı olmayan ve üzerinde mermer lahiti bulunmayan mezar yeri karşınıza çıkıyor. Acaba bu ilgisizliğin suçu bir döneme sahiplenenlerde mi, yaşamı idam sehpasında son bulan Menderes’e sığınanlarda mı, yoksa sağa sola “Helallik” dağıtan Aydın Menderes’te mi?

GEÇMİŞE SAHİP ÇIKANLAR İKİ MEZARA NEDEN SAHİP ÇIKMADI?

Unutanlar için geçmişi şöyle bir hatırlayalım: 10 yıl başbakanlık yapan Menderes’in 18 Şubat 1959’da Londra yakınlarında bindiği uçak düşer, ama bu korkunç kazadan yaralı olarak kurtulur. Ancak Menderes’i 27 Mayıs darbesinden sonra acı dolu günler beklemektedir. Yargı, hapishane derken acı son gelmekte gecikmez: İdam.
Menderes ailesinin dramı, baba Menderes’in idamıyla son bulmaz. O sıralar Aydın milletvekilli olarak Meclis çatısı altında yer alan ailenin en büyük oğlu Yüksel Menderes, 1 Mart 1972’de Ankara’daki evinde ölü bulunur. Başucunda ise kareli bir kağıda yazdığı veda mektubu vardır. Bıraktığı yazıda “Hayatta kaderin bütün cilveleri beni buldu. Kötü hadiseler karşısında daha fazla tahammül gösteremeyeceğim. Artık yaşama gücümü kaybettim” der.
Ailenin diğer ferdi Mutlu Menderes de, Ankara’da 8 Mart 1978 tarihinde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybeder. Adnan Menderes’in hayattaki son oğlu Aydın Menderes de trafik kazası geçirir. Bugün hayati tehlikeyi atlatmış durumdaki Aydın Bey, kol ve bacaklarındaki felçle yaşamak zorunda.
Gördüğünüz üzere bugünde değişen bir şey yok. Dün DYP ve Demokrat Parti geçmişine sahip çıkacağını söylüyordu, bugün ise Ak Parti. Ama hepsinin sahipliği kuru bir sözden öteye geçmedi. Eh benim üç yıl önce yazdığım yazı bugünde geçer akçeyse söylenecek daha da söz yok.

AĞZIMIZ AÇIK MİDEMİZ BOŞ KALMAYA DEVAM EDİYOR

Referandum sürecinin bıkkınlığından olsa gerek beni bu saatten sonra Hüsnü bile şenlendiremez duygusuyla uçağa binmiştim. Bir yandan el ayak çekilmiş Bodrum’da ne yapacağımı düşünüyor, diğer yandan da Tempo Travel dergisi için yeni bir yer daha keşfetmenin heyecanını yaşıyordum. Mesai arkadaşlarım ise “Sen Vodafone gibi anı yaşarken, biz Turkcell gibi seni her an çekemeyiz” diyerek gitmem için gözümün içine bakıyordu.
Neyse, ikram kalitesiyle(!) ağzımızı açık, midemizi boş bırakan Anadolujet’in Bodrum seferiyle seyahatin startını verdik. Gittiğimiz yer Azeri iş adamı Mübariz Mansımov’un Yalıkavak’da bulunan Palmalife isimli butik oteliydi. Butik dediysem, Karamürsel sepeti gibi küçük bir mekan zannetmeyin. 40 odalı bu otel de lüksün ve hizmetin sınırı yoktu. 168 personelin çalıştığı tesiste sahildeki kumlar bile Maldivler’deki gibi beyaz görünsün diye çok uzaklardan getirtilmişti. Pahalı markaların resmigeçit yaptığı dekorasyon, insana cennete miyim hissi veren bitki örtüsü, bir tek kuş sütünün eksik olduğu açık büfeler de işin cabasıydı...

SİBEL VE HÜLYA’YI GÖRMEDİM AMA TÜSİAD ORADAYDI

İlt etapta koydaki iskeleye bağlı duran iki dev yat dikkatimi çekti. Sonradan öğrendim ki 60 metre uzunluğundaki üç direkli Bodrum işi katamaran, Türkiye’nin en büyük yelken yatıymış ve Mansimova aitmiş. Keza 26 metrelik motor yat da... O Bu filoyu neden kurmuş diye düşünürken otelin genel müdürü Gülderen Hanım’ın “Hoş geldiniz” sesiyle irkildim. Otel güzel, genel müdürünün sıcak tavırları ondan da güzel olunca soru boğazımda düğümlendi.
Ertesi gün kahvaltıdan hemen sonra plajda soluğu alırken çevreyi incelemeye başladım. Otel müşterisinin profiline baktığım zaman da kendimi TUSİAD toplantısındaymış gibi hissettim. Türkiye’nin tanınmış iş adamları, CEO düzeyindeki profesyonelleri eşleriyle birlikte plajın tek hakimiydi. Ruslar ve sonradan Ukraynalı olduğunu öğrendiğim bir grup ise şatafatın global temsilcisi gibi aralara serpilmişlerdi. Yine sonradan öğreniyorum ki, Sibel Can, Hülya Avşar, Seren Serengil gibi bazı ünlüler gözlerden ırak bir tatil için burayı seçiyormuş. Sonuçta ilgimi beyaz kumsal, yeşil bitki örtüsü ve masmavi deniz üçlemesine çevirip güneşin tadını çıkarmaya başladım.
Akşam ise ne Ukraynalılardan, ne de o kızlardan haber vardı. Meğer beach parti varmış ve hepsi orada bloklanmış. Koku aldım ya, rotayı sahile çevirdim ki güvenliğin “Dur” ihtarıyla yarı yoldan geri dönmek zorunda kaldım. Parti özelmiş ve sadece Ukraynalılar girebiliyormuş. Gecenin ilerleyen saati, üzerindeki seksi tuvaletiyle yanımdan süzülüp giden güzel kadını ise ilk etapta tanıyamamıştım. Meğer Nez’den başkası değilmiş ve partinin star sanatçısıymış. Parti saat kaça kadar sürdü bilemeyeceğim ama yatmaya çekildiğim saat 01.30’da müziğin sesi kesilmemişti.

SAVORNA’YI GÖZÜMÜZ GİBİ KORUYALIM AMA...

Bunları niye mi aktardım? Açıklayayım... Tarihi Savorana yatına fuhuş baskını günlerdir medyanın gündeminden düşmüyor. Politikacılar Ata yadigarını kurtaracaklarına dair sözler veriyor, sivil toplum kuruluşları veryansın ediyor, Rus ve Ukraynalı kızların boy boy resimleri çıkıyor... Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Savorana kaderine, daha doğrusu iş adamlarının vicdanına terk edilmemeliydi. Özenle korunup, bizden sonraki nesillere sapasağlam aktarılmalıydı ama olmadı. Herşeye para bulan siyasi iktidarlar Ata yadiğarı için kaynak yaratamadığı için yüz kızartan durum ortaya çıktı. İnşallah bu ders olur da Savorana gurur abidemiz olarak mavi sularda yelken açmaya devam eder.
Benim esas bahsetmek istediğim konu ise başka. Fuhuş operasyonu diye Antalya gibi tatil yörelerinde baskın üzerine baskın düzenleyen Emniyet Teşkilatı’nın tutumu ve olayların medyaya yansıma biçimi turizmimize darbe vuracak boyutlara ulaştı.

REZERVASYON İPTALLERİ GELMEYE BAŞLADI

Malumunuz ülkemiz “Her şey dahil” sistemi sayesinde ucuz tatil cenneti. Uçaktan inen turist doğruca otele transfer ediliyor ve dönene kadar yemeden içmeye, konaklamadan deniz sefasına kadar herşeye en ucuz şekliyle sahip oluyor. O tartışmalara da girecek değilim. Şu an turizmde ençok kazanan tesisler lüks hizmet sunup, VIP müşteri ağırlayanlar. Zaten dünya zenginleri de bu lüksü sunan yerlere gidiyorlar. Evlilik yıl dönümü, doğum günü, şirket toplantısı derken de milyonlarca döviz bırakacakları organizasyonları ülkemize kaydırıyorlar. Günlüğü 100 dolarlık oda yerine 2 bin hatta 10 bin doları bulan villaları tutuyor.
Şimdi şöyle bir düşünün bakalım; Benzer tesise 100 dolar ödeyen müşteri mi iyidir, yoksa 10 bin dolar ödeyen mi? Senin ülkenin toplumsal yaşamına ve ahlak kurallarına zarar vermeden bu eylemleri gerçekleştiriyorsa tabi ki fazla ödeyen daha makul müşteri. İşte fuhuş baskını haberleri onları da korkutmuş olacak ki şu sıralar birçok rezervasyon iptalleri gelmeye başladı.
Bu arada bir kez daha vurgulayayım, Savorana’da gerçekleşenlerin affedilir yanı yok ki operasyonu gerçekleştiren Emniyet güçlerini tebrik, fuhuş olayına karışanları lanetlemek lazım. Benim bahsetmek istediğim konu, bu tip kötü niyetli ve toplumsal değerlerimizi hiçe sayan insanları deşifre ederken ülke turizmini de düşünmemiz gerektiği. Her parti yapan, güzel kızlardan gruplar oluşturan turistleri potansiyel suçlu olarak kamuoyuna yansıtırsak hiçbiri gelmez.
Yazarın Tüm Yazıları